31 Aralık 2011 Cumartesi

Yadigarın...


Bir kitap sayfasıydı açtığın.
Yeni yılın ilk gününde yazmaya başladığın...
Her yeni yıl gibi, her yeni defter gibi özenliydi ilk sayfaların
Sonra yavaş yavaş hızlandı satırların, değişmeye başladı el yazın
Neler vardı o defterde, yazarken sen bile farkına varmadın.
Kimi zaman mutlulukların, bazen de pişmanlıkların...
Bir önceki defterde “yazmayacağım” dediklerini, bazen tekrar yazdın.
Bazı titreyen satırlardaysa belliydi kırgınlıkların...
Kimi satırları büyük büyük yazmıştın
Belliydi, fazlasıyla gururlanmıştın.
Kimi satırlar boştu, ara ara suskunlaşmıştın
Biraz dinlenmeliydin, kenarında durmalıydın hayatın.
Bazı sayfalardaysa damla damla kurumuş gözyaşların...
Seni her kim ağlattıysa, daha da koyu yazılmıştı sonraki yazıların.
Farkında değildin ama daha da güçlenmişti harflerin, satırların.

Arada bir, eski sayfalara dönüp bir göz attın
Üzerlerine küçük küçük notlar aldın.
Bazen de dik durup üzerlerini karaladın
Hatta kimi satırlar uğruna tüm sayfayı yırtıp attın.
Yeni insanlar tanıdın, kim olduklarını kitabında paylaştın
Değer verdiğini sandıklarının seni yarı yolda bıraktığını anladın
Değersiz olduğunu düşündüklerinden en güzel hediyeleri aldın.
Belki dünyalar tatlısı küçük bir prensesle tanıştın
Belki de onun hocalığında çok önemli hayat dersleri çıkardın...
Bazen kimilerini çok sevdin, onlara çok bağlandın
Sonra gördün ki incecik bir ip parçasıymış aslında o halat sandığın.

O upuzun yıl bittiğindeyse geride bıraktığın...
Aslında sadece bir kitap sayfasıydı kapadığın.
Hani o yeni yılın ilk gününde yazmaya başladığın...

Yeni yılda kütüphanende bir kitaplık daha yer açmalısın.
Çünkü hem bugüne kadar yazdıkların,
Hem de gelecekte yazacakların,
Kütüphanende saklayacağın en büyük yadigarın...


4 Aralık 2011 Pazar

Bir konserle bir kabare, işte budur mesele...


Bir yanda her akşam birbirinden heyecanlı ve bol reklamlı yarışmalar, diziler, diğer yanda hafta sonu geceleri için İstanbul’un cezbedici çılgın partileri, organizasyonları...

Başka bir yanda ise, bir zamanlar kapalı gişe oynayan, şimdiki gençlerin bilmediği “suare, matine” gibi terimlerin çıkış noktası olan kültür & sanat etkinlikleri...

Hızlı tüketen ve ne yazık ki “gerçek” sanattan her geçen gün biraz daha uzaklaşan bir jenerasyon haline geldiğimiz bu günlerde, geçtiğimiz Cuma ve Cumartesi akşamlarıma “kültür” katmak istedim.

Cuma & Cumartesi akşamı raporu, bir klasik konser ve bir tiyatro oyunu. Vahim olan ise, paylaşacağım “değer” yorumu…


Bir Konser...

Hafta arası, yakın zamanda hangi konserler var diye bir araştırma yaparken Cemal Reşit Rey’deki “Xavier Phillips & Tchetuev” konseri ilişti gözüme. Her iki sanatçıyı da tanımıyordum. Kısa bir internet gezintisiyle, ne kadar “özel” sanatçılar olduklarını öğrenmem fazla zamanımı almadı.

Xavier Phillips, Avrupa ve Amerika’nın en prestijli konser salonlarında, orkestralarla ve solo konserler vermiş, genç yaşlarından itibaren uluslararası birçok ödül almış Paris’li bir çello “üstadı”.

Igor Tchetuev ise yine aynı şartlarda, bir çok yerde ve önemli konserlerde yer almış, 31 yaşında olmasına rağmen 7 albümü bulunan, Ukrayna’nın son yıllarda yetiştirdiği en büyük piyanistlerinden biri.

Haliyle her iki sanatçının da konser videoları ve eserlerine internet üzerinden ulaşmak da oldukça kolay oluyor...

Bu keyifli araştırma sonrasındaysa internet üzerinden heyecanla biletimi alma işine koyuldum. “Birkaç gün kaldı, acaba yer var mıdır?” diye düşünürken internet sitesinde beliren yere şaşırdım.

Sıra A, Koltuk 18...

Yani en ön sıra ve en orta koltuk.

“Nasıl yani?” dedim önce kendi kendime.

Sonra da kendimi nimetten sayarak, “herhâlde birisi biletini iptal etti ve ben de tam o sırada aldım, ne kadar da şanslıyım” diyerek ufak bir sevinç gösterisinde bulundum.

Bir Cuma akşamı klasiği olan İstanbul trafiğine rağmen yetiştim konsere.

En ön ve ortada olmanın şansıyla, biraz da havalı bir tavırla salona girerken bir anda kapının önünde duraksadım. En önde olmamın nedeni, arkamın bomboş olmasıydı!

Hani “dolmuş” olsa arkayı dörtleyecek adam yoktu neredeyse!

860 kişilik kapasitesiyle, Türkiye’nin en büyük konser salonundaki bu muhteşem konsere gelen kişi sayısı 50 bile değildi!

Hani bizim şarkıcılarımız (“sanatçı” ifadesini kullanamayacağım) kalabalığı yeterli görmeyince sahneye çıkmazlar ve hakaret sayarlar ya, adamlar çıkıp orada bulunan sanat severlere en ufak bir tepki hssettirmeden programlarını muhteşem bir performansla tamamladılar.

Sanatçılar ve CRR görevlileri kadar üzülen diğer kişiler de çıkıştaki kestaneciler olmuştur herhalde.

Kestanecilere sesleniyorum:

Anlayın şunu arkadaş...

Sanata olan talebin bu ölçüde olduğu bir yerde, bir kapıya iki kestaneci çok!


Bir kabare tiyatrosu...

Değerli sanatçılarımızdan Ali Erdoğan’ın kurduğu “Kabare Dev Aynası” 10. Yılını kutluyor bu sene.

Sadece onuncu yılında değil de, geçtiğimiz on yıl içinde kaçımız duyduk adını diye sorarım sizlere...

Zeki Alasya – Metin Akpınar’ın meşhur Devekuşu Kabare’si sayesinde tanıdığımız üstatlardan Ali Erdoğan, 10 yıldır yaşatıyor kabaresini. Aynı zamanda diziler ve yarışma programları sayesinde fazla fark etmesek de yeni yetenekler kazandırmaya devam ediyor tiyatro dünyamıza.

Daimi programları Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde olan ekibin dün akşamki oyununa Göztepe Halis Kurtça Kültür Merkezi’nde rastladım yine hafta içinde.

Bu sefer çok değerli bir arkadaşımla izlemek üzere aldım biletleri. Sağ olsun o da beni kırmadı da ayırdı Cumartesi gecesini.  Kendisinin de yarışma ve dizi kültürü benim gibi fazla gelişmemiş olduğundan, iki cahil takıldık tiyatro “köşelerinde”...

Gerçekten de Göztepe’de bir köşede bulunan kültür merkezi, teorik olarak semt tiyatro salonlarının ne kadar yararlı olabileceğinin güzel bir örneği.

“Olabileceği” diyorum çünkü ne yazık ki ilerideki kebapçının bile eminim bir gecede üç kat fazla “severi” vardır...

Cuma akşamı gittiğim konserin hayal kırıklığını düşünürken, kültür merkezinin kafe kısmında oyunun başlamasını beklerken daha büyük bir sürprizle karşılaştık.

Toplamda 5 masanın olduğu kafede, bizim dışımızdaki dolu masa sayısı 3’tü.

Ciddiyim! Oyunda en fazla 15 kişi vardı!..

Bu kadar önemli bir ekibin oynadığı oyunun adı ise Şakayla Söyler Haldun Taner’di. Büyük Usta’nın 25. Ölüm yıldönümü sebebiyle Ali Erdoğan tarafından günümüze uyarlanmış Haldun Taner oyunları ve hikayelerinden seçmeler sunuyordu.

Mizahi yolla eleştirdiği kesimin ise, bir Cumartesi akşamı kendilerine başka “oyunları ve hikayeleri” layık gördükleri apaçık ortada.

Ben demiyorum ki her hafta, tüm hafta sonunuzu bu tür etkinliklere ayırın. Ama böylesine emek gerektiren işlerde de bir oyun, 15 milyonun yaşadığı bir şehirde 15 kişiye oynamaz ki be kardeşim!

Buna rağmen tek bir seyirci bile olsa, aynı ciddiyeti ve profesyonelliği gösterecek bir ekip vardı karşımızda.

Yanlış anlaşılmasın, oradaki 15 seyirci “bakın onlar yok ama biz varız” diyerek böbürlenmiyor. Bizlerin saygısı Cumartesi akşamını oraya ayıran seyircilere değil, ekibin verdiği emeğin icrasına...

Belki Cemal Reşit Rey’deki konserin tekrarı olmayacak ama Ali Erdoğan ve ekibinin bu keyifli oyununu izleyebileceğiniz akşamlar hala mevcut, kaçırmayın. Hatta bakmışken başka tiyatrolara ve oyunlara da bir göz atın derim.


Şaka değil!

Belki şakayla söylemiş Haldun Taner ama her geçen günün neler götürdüğünü insan ne duymak, ne görmek ister...

Her yanda kıvırtanlar varken “yok böyle dans!” desek kim dinler?

Öyle bir geçmiş zaman ki, muhteşem sandığımız yüzyıl içinde ne değerler gelir, geldikleri gibi de giderler...

“Emeği geçen sanatçıların suçu ne?” demeye başladığımız bu günlerde...

Adını Feriha da koysak, “Facia” da koysak “Nafile”...





24 Kasım 2011 Perşembe

Öğretmen Olmak


Bugün öğretmenler günü...

Bu güzel günü kutlamamızı ve bugünlere gelmemizi sağlayan herkese teşekkür ederken, her şeyin başlamasını sağlayan “Başöğretmen” Mustafa Kemal Atatürk’e "daha da" özel bir teşekkür etmek istiyorum.

Eğer o olmasaydı, belki de şu anda klavyelerimizde kullandığımız harfler Arapça veya Farsça olacak, kitaplar, defterler tersten başlayacaktı.

Öncelikle gelin en başa bir dönelim ve neden 24 Kasım’da kutluyoruz kısaca bir hatırlayalım.


Başöğretmen...

Öğretmenliğin ne kadar kutsal bir görev olduğunu ve bir milletin ayağa kalkmasında ne kadar önemli bir rolü olduğunu çok iyi bilen Atatürk, yurt gezilerinde mutlaka okullara uğrar, sınıflarda dersleri dinler, öğretmenlerle konuşup bu mesleğin ne kadar kutsal olduğunu her yerde anlatırdı.

Nitekim, 11 Kasım 1928’de bakanlar kurulunun kararıyla Atatürk’e “Ulus Okullar Başöğretmenliği” sıfatını verilirken, 24 Kasım’da Atatürk, başöğretmenliği kabul eder.

Ata’mızın 100. Doğum yıl dönümü olan 1981 yılında ise 24 Kasım’ın her yıl öğretmenler günü olarak kutlanması kararlaştırılır.


Öğretmen olmak...

Bir an gözlerinizi kapatın ve kendinizi onların yerine koyun. Düşünün bakalım nasıl bir meslektir öğretmenlik?

Sadece ders öğretmekten ibaret olduğu için mi bu kadar kutsaldır?

Bir meslek düşünün ki sadece meslek olmayan...

Çocuk da olsa, yetişkin de olsa bir kişinin tüm hayatını etkileyen, geleceğine yön veren...

Özellikle daha az gelişmiş bölgelerde, sadece öğretmen olmayı değil; o çocukların anneleri, babaları, ağabeyleri, kardeşleri ve hatta kimi zaman doktorları, en yakın arkadaşları olmanızı sağlayan...

Hayatın, kitaptaki müfredattan ibaret olmadığını anlatıp, sadece cehalete karşı değil, hayata karşı da hazırlayan...

Gerekirse gecelerce uyumayıp, karın, kışın içinde kaybolmayıp, bir tek öğrencisi bile olsa tüm gücünü onun için harcayan...

Mustafa Kemal’in açtığı modern Türkiye yolunda, karşılaştığı iç ve dış tüm engellere rağmen yılmayan!

... Bir meslektir öğretmenlik.


Öğretmen Olamamak...

Peki ne değildir?

Geçmişi araştırmadan geleceği etkileyecek bilgiler veren...

Olaylara tek yönden bakıp objektiflikten uzak olan...

Öğrencilerine karşı adil olmayan,...

Öz eleştiri yapmayan ve şeffaf olmayan...

Yardıma ihtiyacı olanları azarlayan...

Herkesten özür bekleyen ama aynı zamanda suçu da kendinde aramayan...

İğneyi de çuvaldızı da karşısındakine batıran...

Ve, en önemlisi öğrencilerini “kötekle ve yasaklarla!” dize getirmeye çalışan...

... Bir meslek kesinlikle değildir öğretmenlik.




Ve milletine önderlik eden her “lider” bir öğretmendir aslında.

Liderler arasındaki en büyük fark ise şudur:

Kimileri “Başöğretmendir”.

Kimileri “Sevilmeyen”...




Son olarak,

Ben “Dersim’i” iyi çalıştım Ata’m...

Sen rahat ol,  “dersini” çalışmayıp, suçu da senin “öğrencilerine” atanlara elbet sorar bir gün hesabını bu “Vatan”...

21 Kasım 2011 Pazartesi

"Şeker" insanlar


Dünyada ve ülkemizde her yıl 14-21 Kasım arasına kutlanan “Dünya Diyabet Günü” etkinlikleri sebebiyle “Diyabet” hakkında, çorbada benim de bir tutam “diyet tuzum” olması adına bir yazı hazırlamanın uygun olacağını düşündüm.

İyi ki bu ve benzeri özel gün ve haftalar var ki, yılda bir kere de olsa farkında oluyoruz bazı önemli durumların. Yoksa malum “atın ölümü arpadan olsun!” sözüne fazlaca aşinayız millet olarak....

İnternette diyabet ile ilgili siteleri araştırdığımızda ve tanımını öğrenmek istediğimizde kimi zaman oldukça korkutucu tanımlarla karşılaşıyoruz.

Öncelikle diyabet dünyanın sonu değildir. Bir hastalık bile değildir aslında.

Peki o zaman Diyabet nedir?

Kimi zaman farkında olarak, kimi zaman da farkında olmadan, gün içinde tüketilen tüm gıdalarda şeker vardır. Bu şeker, tüketim sonrasında kana karışır ve kandaki şekeri oluşturur.

Normal bir bünyede açlık kan şekeri değerleri 70 – 120 mg/dl’dir. Tokluk olarak adlandırılan, yani son yenen yemekten veya öğünden en az 2 saat sonra ölçülen şeker ise normal bir bünyede 140 mg’dl den fazla değildir.

Yukarıda bahsettiğimiz insülin hormonu, işte tam bu noktada devreye girer ve kana karışan şekeri düzenleyerek yukarıdaki seviyeler içinde tutar. Yani bir nevi otomatik regülatör görevi görür.

Diyabet ise, en kolay anlaşılabilir tanımı ile vücudumuzdaki pankreas organının, insülin salgılama işlevini yerine getirememesinden dolayı kandaki şekerin yüksek olmasıdır.

Diyabetin ne gibi etkileri vardır?

Diyabet başlı başına bir hastalık olmamakla birlikte aslında bir nevi, bir tür hormon eksikliğidir. Bu nedenle kontrol altında tutulmadığı taktirde çeşitli komplikasyonlara, yani yan rahatsızlıklara yol açabilir.

Bunlardan en belirgin olanları sinir sistemi ile ilgili rahatsızlıklar, böbrekler ve gözler ile ilgili komplikasyonlardır.

Yani aslında “deprem öldürmez, bina öldürür” mantığıyla aynı şekilde çalışmaktadır.

Kuşkulanmak için hangi belirtilere dikkat etmek gerekir?

Eğer aşırı idrara çıkıyorsanız, ani kilo kayıpları, güçsüzlük, aşırı susama, sürekli ağız kuruluğu veya enfeksiyonlara sık yakalanma gibi şikayetleriniz artıyorsa, en kısa zamana bir şeker ölçümü yaptırmanızda fayda olacaktır.

Peki nasıl oluşur?

Bilinen en büyük yanlışlardan biri sadece kalıtımsal nedenlere bağlı olması konusudur. Birinin diyabetli olduğu öğrenildiğinde ilk sorulan soru “ailede kimde var?” sorusudur.

Oysa ki diyabetin birçok oluşma sebebi olabilir. Kalıtımsal özelliklerin dışında, geçirilen ağır bir hastalık, strese bağlı nedenler gibi sebeplerden de pankreas kepenk kapatıp çalışmayı durdurabilir.

Tüm diyabet vakaları aynı mıdır?

Diyabet bir baş ağrısı gibidir. Nasıl baş ağrısının onlarca farklı nedeni ve şekli olabiliyorsa, diyabetin de Tip 1, Tip 2, Gizli Şeker, Düşük Şeker gibi birçok farklı çeşidi bulunmaktadır.

Tedavisi var mıdır?

Diyabeti kontrol altında tutabilmek için, çeşitli tedavi yöntemleri mevcut olmakla birlikte, tamamen geçmesini sağlayacak bir tedavi henüz bulunmamıştır.

Kontrol altında tutmak için genellikle günlük insülin iğnesi tedavisi uygulanmakta ve bu yöntem günümüzdeki en yaygın tedavi yöntemlerinin başında gelmektedir.

Ülkemiz ve diyabet...

Son araştırmalara göre ülkemizdeki diyabetli ve potansiyel diyabetli sayısı hiç de azımsanmayacak bir boyuttadır. Hasta sayısı 2,6 milyon seviyelerindeyken, 2,4 milyon kadar da diyabet adayı bulunmaktadır.

Özellikle son 10 yılda, yüzde yüz artış gösteren diyabetli sayısı gerçekten dikkat çekilmesi gereken bir orandır.

“Fast food” çılgınlığının iyice arttığı günümüzde, daha sağlıklı yiyecekler konusunda, diyabetli olsun olmasın herkesin daha fazla duyarlılık göstermesi bizler ve gelecek nesillerimiz için oldukça önemlidir.

Aynı zamanda “nasıl olsa bana bir şey olmaz” demeden, sık aralıklarla doktor kontrolünde olmak oldukça önemlidir. İnanın, arabanızı bakıma götürmekten zor değil yılda iki kez doktor kontrolüne gitmek.

Hem kendimizin, hem de çevremizin bilinçlenmesinin önemini, özellikle de yılda bir kere dikkat çekilen günlerde değil, daha sık kavrayabilirsek inanın hastane kuyrukları ve “acil” vakaları çok daha az olacaktır.

Sonuç olarak ne “arpa” suçlu olsun, ne de “atların” ömrü kısa olsun...

19 Kasım 2011 Cumartesi

Kadına kalkan “iyi halli” eller!


Bilirsiniz zaman zaman yurt dışı kaynaklı araştırmalar yapılır. Yaşanabilirlik sırlamasında şu sıradayız, gelir sıralamasında bu sıradayız, zamlarda bilmem kaçıncıyız gibi...

Emin adımlarla hız kesmeden ve istikrarlı bir şekilde üst sıralarda yer almaya devam ettiğimiz kriterlerden birisi ise ne yazık ki “kadına karşı şiddet”.

Ne yazık ki diyorum ama biliyorum ki “ne yazık ki” demeyen çok fazla insan var dışarıda. Belki sizin çevrenizde, sokağınızda, yürüdüğünüz yolda veya iş yerinizde...

Artık o kadar alıştık ki, kendi manşetlerini 3. sayfa yapan bu varlıkların (insan yazmaya varmıyor parmaklarım) haberlerini okuduğumuzda önce sinirlenip, sonra kurbanlara üzülüp ardından da sayfayı çevirip onları kendi manşetlerinde bırakıyoruz. Öyle ya, defalarca devletten koruma istediği halde, istenen koruma öldükten sonra gelen kadınlarımız var. Şaka gibi ama bir kez daha “ne yazık ki” devletin bile yeteri kadar umursamadığı bir konu...

Devletimiz “Türk adliyelerine güvenin!” derken söyledikleriyle çelişen ve oldukça taze olan üç hikayeye bakalım. (Bir de bonusu var, üç alana bir de bizden olsun...)

Hikayelerimizin ortak noktası hepsinin “göreceli” olarak failler tarafından mutlu sonla bitmesi.

Hani “Bundan iyisi Şam’da kayısı” derler ya, Şam bile kesmez oradaki şu karışık ortamda...

İlk hikayemiz Bursa’dan...

Kadife Şahin adındaki 46 yaşında bir bayan, şiddete maruz kalan eşini terk ediyor ve ana ocağına sığınıyor. Eşi, oraya kadar “zahmet ederek!” eşini sokak ortasında defalarca bıçaklıyor. Kadife Hanım ağır yaralanıyor ve eşi de tutuklanıyor. Sadece bununla sınırlı olsa keşke... Bir de bu kişinin,  daha önce eve alkollü gelip eşini dövdüğü için de mahkemece tutuklanıp serbest bırakıldığı ortaya çıkıyor.

Peki bu ikinci vukuatı sonrasında ne mi oluyor? Bursa 1. “Ağır Ceza!” mahkemesince yargılanıp 20 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Ama sonra iyi hali göz önünde bulundurularak “Hafif Ceza!” kararı ile 15 yıllık bir ceza alıyor.

İyi hal...

“Defalarca bıçaklarken ağzımı asla bozmadım, takım giyip tıraş oldum ve bıçağı her seferinde gayet nazik bir şekilde sapladım” dedi sanırım...

İkinci hikayemiz için Trabzon’a uzanıyoruz...

25 Ağustos 2010 tarihinde, Değirmendere Mahallesi’ndeki bir akaryakıt istasyonuna bir araç yanaşıyor. Dışarıdan bakınca benzin almaya gelen bir araba süsü verilmiş bu aracın yolcu kapısı açılıyor. O koltuktan fırlayan kişi ise, markete bir şeyler almaya inmiyor, sığınmak için koşarcasına ulaşmaya çalışıyor...

Aynı anda “delikanlı” şoför de aracından hızlıca çıkıp, kaçan kadını “sırtından” vuruyor. Yere düşen Server Güven’in yanına geen “delikanlılık kitabının çevirmeni” Metin Ömeroğlu, iki el daha ateş ediyor ve kaçıyor. Server Güven oracıkta can veriyor.

Delikanlılık...

Silah taşıyacak kadar sözüm ona “delikanlı”, bir bayana silah çekecek kadar “delikanlı” ve o bayanı “sırtından” vuracak kadar “delikanlı”...

Sonra ne mi oluyor? Lütfen biraz yaratıcı olun, tabii ki iyi hal!..

Trabzon 1. “Delikanlı” ceza mahkemesi, kasten ve “delikanlıca!” öldürmek suçundan ömür boyu hapis cezası veriyor. Katil, suçunu kabul ettiği için “delikanlılık” indirimi geliyor ve sonuç?

Sadece 25 yıl...

“Evet hakim bey sırtından vurdum belki ama sonra yere düşünce yüzüne yüzüne sıktım, delikanlıyım!” Yapma efendi, hakemler bile kırmızı kart verirken oyuncuyu çağırıp yüzüne doğru çıkartır kartı...

Üçüncü hikayemiz ise tamamen tesadüf eseri yine Bursa’dan...

Bursa’nın Nilüfer ilçesinde günlük, rutin çöp toplama işlerini yapıyordu belediye ekipleri. Fakat konteynırlardan birinde pek de alışık olmayan bir “çöp” vardı. Diz kapağı hizasından muntazam olarak kesilmiş, tırnakları ojeli iki kadın bacağı. Çevresindekilere karşı bakımlı ve özenli olmaya çalışan genç bir bayana reva görülen son, bir “çöp” konteynırıydı...

Kurban bu sefer, bir müzikholde çalışan Sevgi Taşkın, katil ise müzikhol sahibi Bülent Kocaman idi.  Bir tartışmadan sonra öldürdüğü genç kadını muntazam bir biçimde kendince “demonte” etmiş ve daha rahat sığacağını düşündüğü için bu şekilde paketlemişti anlayacağınız.

Bursa 1. “Oldukça Ağır” ceza mahkemesi bir kez daha kararı açıkladı. Önce ömür boyu hapis, sonra “hadi yine iyisin, promosyon dönemine denk geldin!” indirimi...

Peki ya sonuç?

İyi halden 25 yıl. Vergisi, taksitleri ve bonusuyla birlikte 14,5 yıl sonra serbest kalacak bir “kasap!”

“İşimi muntazam yaptım hakim bey, bakın keserken bir santim bile yamuk kesmedim!...” dediğini düşünüyorum bu indirimi sağlayacak iyi hal savunmasında...

Peki iyi hal indirimi neye dayanıyor?

Davalardaki “iyi hal indirimi” TCK’da düzenleniyor ve “takdiri iyi hal indirimi” şu durumlarda uygulanıyor:

·      Failin geçmişi ve sosyal ilişkileri
·      Olay sonrasında ve yargılama sürecindeki davranışları
·      Cezanın, failin geleceği üzerindeki olası etkileri

Sonuç olarak, eğer indirim uygulanırsa, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası müebbet hapse, müebbet hapis cezası ise yirmi beş yıla kadar inebiliyor. Diğer cezalar ise altıda bir kadar inebiliyor.

“İyi hal indirimi” mahkemenin insafına kalıyor yani!..

Daha kısa bir süre önce hepimizin yüreğini burkan ve çılgına çeviren N.Ç’nin kendi rızası ile “zina” yaptığına hükmeden sistemimizin, kadına karşı şiddet hakkında verdiği bu ve benzeri kararları çok da şaşkınlıkla karşılamamak lazım sanırım.

Ne de olsa daha doğduğumuz zaman ilk öğretilen atasözlerimizden biri “Kızını dövmeyen dizini döver” değil midir?

Gelecek nesillere, “Kızını kesmeyen gelinini keser!” gibi atasözleri kalırsa hiç şaşırmayın...

Son not: 

Bir de bonus hikaye var diyordum ya, Münevver Karabulut cinayeti ile ilgiliydi... 3 porsiyon ağır geldi, midem fazlaca bulandı, müessesenin ikramını da almayayım yoksa çıkarırım tamamını...

16 Kasım 2011 Çarşamba

Başarı Güdüsü


Çok uzun zamandır Türk futbolu keyif vermiyor bana. Sadece şike soruşturmalarının gündeme bomba gibi düştüğü tarihten itibaren değil, çok daha öncesinden beri Türk futbolu keyif vermiyor bana.

İlk maçı kendi evimizde 0-3 kaybettik, ikinci maçta ise  “aslanlar gibi oynadık, ezilmedik, yıkılmadık, hem topla daha çok oynayan taraf da bizdik” diyor karşılaşmayı anlatan spiker.

Aklınıza bir şeyler geliyor mu?

Benim, hani şu meşhur 80 döneminde oynadığımız ve “makus” talihimizi yenemediğimiz anlı, şanlı ama bol gollü mağlubiyetler geliyor aklıma... İlk önceleri İngiltere’ye 8-0 kaybettiğimiz “yenildik ve ezildik” felsefesi ile başlayan süreç, sonrasında “yenildik ama ezilmedik” ile uzun yıllar devam etmişti. Ya hakem oyunları vardı, ya masa başı işler, veya hava kötüydü ya da futbolcuların kılı dönmüştü... Bahanelerimiz ne kadar bolsa, yenilgilerimiz de bir o kadar “destansı” oluyordu. Ezilmeden, dimdik ayakta... Öyle ya, her zaman kazanarak gerçek anlamda kazanmış olmazsınız. Biliyorsunuz çok sevdiğimiz bir bahanemiz de vardır, “gönüllerin şampiyonu”...

İşte dün akşam Hırvatistan’daki maçı izlerken de spikerin dilinden dökülen kelimeler beni ne yazık ki yine aynı mantaliteye ve o günlere götürdü bir kez daha. Önce “bu maçı çevirebiliriz” ile başlayan ve buram buram reyting kokan sözler “aman ha sonuna kadar kanal değiştirmeyin, boş verin Kanal D’deki “Küçük” Osman’ı, burada “Büyük” maç varken!..” diyordu adeta. Sonrasında o nakarat yerini bir sonraki şarkınınkine bıraktı “yenemiyoruz belki ama kötü oynamıyoruz”. Maç bitti, spiker ve yorumcu huzurluydu. Gelecek adına iyi sinyaller vardı (sorun sinyal gücünde değil telefonda ya hani!). Milli takımımız ise bir kez  daha deplasmanda oynadığı maçla “kimi gönüllerin şampiyonu” olmuştu bile.

Bir de futbolcular cephesinden bakalım bu “destansı” iki maça... 

Hiddink gitti ya, tüm dertler bitecek ve takımımıza sihirli bir değnek değecek artık. Oysa ki 3 sene kadar öncesine gidip Hırvatistan’ı, 119. dakikada yediğimiz golden 2 dakika sonra uzatmanın da uzatmasında attığımız golle maçı penaltılara götüren ve yarı finale çıkan takımımıza bakalım. O zaman bugünkünden çok farklı mı oynuyorduk? Daha organize, günümüz futbolunun her türlü özelliğini sahaya yansıtan, üst düzey oynayan bir milli takım mı vardı? 

Kocaman bir hayır!

O zaman olan şey futbolculardaki kazanma inancıydı, sahaya koydukları hırstı, ruhtu!..

Peki ya bu iki maçta ne vardı? İlk maçta görülen sarı kartlar ve cezalı duruma düşen futbolcular, taraftar tepkisi nedeniyle onlardan geri kalmayıp ana avrat Türk Halkı’na canlı yayında söven futbolcular, kazanmak için en ufak bir çaba göstermeyen futbolcular vardı.

Tabi suç onlarda değildi. Ne de olsa ligler geç başlamıştı ve form tutamamışlardı, şike travması yaşıyorlardı, seyirci baskısı vardı stres olmuşlardı, hava kötüydü soğuktan donmuşlardı veya kılları dönmüştü iğne ile oynamışlardı.

Geçin bu bahaneleri beyler! Başarı güdüsü yüksek olanlara ne hava, ne baskı işler...

Son olarak dünkü maçın sonunda spikerimiz sayesinde ne dersler aldık ondan da bahsetmeden edemeyeceğim... 

Top daha çok bizde, ezilmeden oynuyoruz, Hırvat ponpon kızların güzel popoları var, Hamit iki çeyrek maç oynayıp gelmiş ve Cuma akşamı Mahsun Kırmızıgül’ün dizisi başlıyor...