Bir yanda her akşam birbirinden heyecanlı ve bol
reklamlı yarışmalar, diziler, diğer yanda hafta sonu geceleri için İstanbul’un
cezbedici çılgın partileri, organizasyonları...
Başka bir yanda ise, bir zamanlar kapalı gişe oynayan,
şimdiki gençlerin bilmediği “suare, matine” gibi terimlerin çıkış noktası olan
kültür & sanat etkinlikleri...
Hızlı tüketen ve ne yazık ki “gerçek” sanattan her
geçen gün biraz daha uzaklaşan bir jenerasyon haline geldiğimiz bu günlerde,
geçtiğimiz Cuma ve Cumartesi akşamlarıma “kültür” katmak istedim.
Cuma &
Cumartesi akşamı raporu, bir klasik konser ve bir tiyatro oyunu. Vahim olan
ise, paylaşacağım “değer” yorumu…
Bir Konser...
Hafta arası, yakın zamanda hangi konserler var diye
bir araştırma yaparken Cemal Reşit Rey’deki “Xavier Phillips & Tchetuev”
konseri ilişti gözüme. Her iki sanatçıyı da tanımıyordum. Kısa bir internet
gezintisiyle, ne kadar “özel” sanatçılar olduklarını öğrenmem fazla zamanımı
almadı.
Xavier Phillips, Avrupa ve Amerika’nın en prestijli
konser salonlarında, orkestralarla ve solo konserler vermiş, genç yaşlarından
itibaren uluslararası birçok ödül almış Paris’li bir çello “üstadı”.
Igor Tchetuev ise yine aynı şartlarda, bir çok yerde
ve önemli konserlerde yer almış, 31 yaşında olmasına rağmen 7 albümü bulunan,
Ukrayna’nın son yıllarda yetiştirdiği en büyük piyanistlerinden biri.
Haliyle her iki sanatçının da konser videoları ve
eserlerine internet üzerinden ulaşmak da oldukça kolay oluyor...
Bu keyifli araştırma sonrasındaysa internet üzerinden
heyecanla biletimi alma işine koyuldum. “Birkaç gün kaldı, acaba yer var
mıdır?” diye düşünürken internet sitesinde beliren yere şaşırdım.
Sıra A, Koltuk 18...
Yani en ön sıra ve en orta koltuk.
“Nasıl yani?” dedim önce kendi kendime.
Sonra da kendimi nimetten sayarak, “herhâlde birisi
biletini iptal etti ve ben de tam o sırada aldım, ne kadar da şanslıyım”
diyerek ufak bir sevinç gösterisinde bulundum.
Bir Cuma akşamı klasiği olan İstanbul trafiğine rağmen
yetiştim konsere.
En ön ve ortada olmanın şansıyla, biraz da havalı bir
tavırla salona girerken bir anda kapının önünde duraksadım. En önde olmamın
nedeni, arkamın bomboş olmasıydı!
Hani “dolmuş” olsa arkayı dörtleyecek adam yoktu
neredeyse!
860 kişilik kapasitesiyle, Türkiye’nin en büyük konser
salonundaki bu muhteşem konsere gelen kişi sayısı 50 bile değildi!
Hani bizim şarkıcılarımız (“sanatçı” ifadesini kullanamayacağım)
kalabalığı yeterli görmeyince sahneye çıkmazlar ve hakaret sayarlar ya, adamlar
çıkıp orada bulunan sanat severlere en ufak bir tepki hssettirmeden
programlarını muhteşem bir performansla tamamladılar.
Sanatçılar ve CRR görevlileri kadar üzülen diğer kişiler
de çıkıştaki kestaneciler olmuştur herhalde.
Kestanecilere sesleniyorum:
Anlayın şunu arkadaş...
Sanata olan talebin bu ölçüde olduğu bir yerde, bir
kapıya iki kestaneci çok!
Bir kabare tiyatrosu...
Değerli sanatçılarımızdan Ali Erdoğan’ın kurduğu
“Kabare Dev Aynası” 10. Yılını kutluyor bu sene.
Sadece onuncu yılında değil de, geçtiğimiz on yıl
içinde kaçımız duyduk adını diye sorarım sizlere...
Zeki Alasya – Metin Akpınar’ın meşhur Devekuşu
Kabare’si sayesinde tanıdığımız üstatlardan Ali Erdoğan, 10 yıldır yaşatıyor
kabaresini. Aynı zamanda diziler ve yarışma programları sayesinde fazla fark
etmesek de yeni yetenekler kazandırmaya devam ediyor tiyatro dünyamıza.
Daimi programları Kadıköy Barış Manço Kültür
Merkezi’nde olan ekibin dün akşamki oyununa Göztepe Halis Kurtça Kültür
Merkezi’nde rastladım yine hafta içinde.
Bu sefer çok değerli bir arkadaşımla izlemek üzere
aldım biletleri. Sağ olsun o da beni kırmadı da ayırdı Cumartesi gecesini. Kendisinin de yarışma ve dizi kültürü benim
gibi fazla gelişmemiş olduğundan, iki cahil takıldık tiyatro “köşelerinde”...
Gerçekten de Göztepe’de bir köşede bulunan kültür
merkezi, teorik olarak semt tiyatro salonlarının ne kadar yararlı
olabileceğinin güzel bir örneği.
“Olabileceği” diyorum çünkü ne yazık ki ilerideki
kebapçının bile eminim bir gecede üç kat fazla “severi” vardır...
Cuma akşamı gittiğim konserin hayal kırıklığını
düşünürken, kültür merkezinin kafe kısmında oyunun başlamasını beklerken daha
büyük bir sürprizle karşılaştık.
Toplamda 5 masanın olduğu kafede, bizim dışımızdaki
dolu masa sayısı 3’tü.
Ciddiyim! Oyunda en fazla 15 kişi vardı!..
Bu kadar önemli bir ekibin oynadığı oyunun adı ise
Şakayla Söyler Haldun Taner’di. Büyük Usta’nın 25. Ölüm yıldönümü sebebiyle Ali
Erdoğan tarafından günümüze uyarlanmış Haldun Taner oyunları ve hikayelerinden
seçmeler sunuyordu.
Mizahi yolla eleştirdiği kesimin ise, bir Cumartesi
akşamı kendilerine başka “oyunları ve hikayeleri” layık gördükleri apaçık
ortada.
Ben demiyorum ki her hafta, tüm hafta sonunuzu bu tür
etkinliklere ayırın. Ama böylesine emek gerektiren işlerde de bir oyun, 15
milyonun yaşadığı bir şehirde 15 kişiye oynamaz ki be kardeşim!
Buna rağmen tek bir seyirci bile olsa, aynı ciddiyeti
ve profesyonelliği gösterecek bir ekip vardı karşımızda.
Yanlış anlaşılmasın, oradaki 15 seyirci “bakın onlar
yok ama biz varız” diyerek böbürlenmiyor. Bizlerin saygısı Cumartesi akşamını
oraya ayıran seyircilere değil, ekibin verdiği emeğin icrasına...
Belki Cemal Reşit Rey’deki konserin tekrarı olmayacak
ama Ali Erdoğan ve ekibinin bu keyifli oyununu izleyebileceğiniz akşamlar hala
mevcut, kaçırmayın. Hatta bakmışken başka tiyatrolara ve oyunlara da bir göz
atın derim.
Şaka değil!
Belki şakayla söylemiş Haldun Taner ama her geçen
günün neler götürdüğünü insan ne duymak, ne görmek ister...
Her yanda kıvırtanlar varken “yok böyle dans!” desek
kim dinler?
Öyle bir geçmiş zaman ki, muhteşem sandığımız yüzyıl
içinde ne değerler gelir, geldikleri gibi de giderler...
“Emeği geçen sanatçıların suçu ne?” demeye
başladığımız bu günlerde...
Adını Feriha da koysak, “Facia” da koysak “Nafile”...