21 Mart 2012 Çarşamba

Kadeh



Bugün "Dünya Şiir Günü"...

Bugün aynı zamanda güneşin ve baharın müjdecisi "Bahar Bayramı"...

Bugün siyaset konuşmak yok, olumsuzluklardan "hiç değilse bir gün" söz etmek yok...

Bugün işte tam da bu yüzden "Kadehimi" sadece "Güzellikleri" kutlamak için kaldırıyorum...


Kadeh

Bir hevesle ayırttığın tam da orta masada
O anda düşünür müsün acaba?
Haydi şerefe dediğinde hayatından gidenlere mi
Yoksa gelenlere mi bu kutlama?
Peki ne kadar doldurursun rakıyı bardağına?
Bir duble...
İki duble...
Ağzına kadar mı yoksa?
Sek mi içersin yoksa karıştırır mısın suyla?
Ehlî keyfe koyarsın belki
Veya o bembeyaz sayfayı açarsın belki birkaç parça buzla...
Hazmedebilir misin peki tek başına?
Yoksa oturmalı mı midene okkalı bir peynir parçasıyla?
Bakıyorum da donatmışsın masayı
Envai çeşit meze tabağıyla...
Peki tüm bunlar tadını gizlemeye mi
Yoksa tadını çıkarmak için mi gerçek anlamda?
Her başlangıç bir bitiştir aslında.

Kadehi kaldırmak da tüm bu tantana adına...


19 Mart 2012 Pazartesi

Özür Dileriz Atam


Dün 18 Marttı...

Sıradan bir Pazar gününden çok daha özeldi.

Neler konuşulmadı ki?

Bir gün önce oynanan hani şu meşhur “yılın derbisinin” geyikleri yapılacak kadar meşguldü gündem.

Sonra, normalde 21 Mart’ta kutlanması gereken, fakat BDP’lilerin deyimiyle “izin verselerdi güneşli bir Pazar günü dans edecektik, halay çekecektik” dedikleri, devletin izin vermemesi nedeniyle savaş alanına dönen “Nevruz Kutlama” merkezlerinin işgal edeceği kadar meşguldü gündem.

Bahar gelmişti, haliyle aşk çocuklarının “sevgi” mesajlarıyla dolu, hayatı “toz pembiş, pampiş, ciciş” gören mesajlarıyla meşguldü gündem.

Akşamına ise tüm Türkiye’de hayat durdu. Çünkü dünya çapında ün yapmış, büyük düşünürlerimizin katıldığı “Survivor” ile meşguldü gündem...

Hele ki akşam saatlerinde işte bu meşhur gündemi belirleyen “Twitter” listesine baktığımda yukarıda saydıklarımın hepsi vardı da gözden kaçan ufak bir ayrıntı yoktu ne yazık ki.


Dün 18 Marttı...

Yani Çanakkale Şehitlerimizi Anma Günü...

1915 – 1916 yılları arasında yapılan, modern Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı savunma savaşlarının en önemlisi...

Nevruz kutlama adı altında propaganda yapıp devlete aşağı yukarı 1 milyon TL zarar verenlerin, bu zararları “özgürce” verebilmelerini sağlayan...

Kendi topraklarımızda, kendi çiçeklerimizi koklayıp, aynı dili konuşan arkadaşlarımızla “özgürce” baharın ilk hevesini almamızı sağlayan...

Takımlarımızın isimlerinin Fener United, İstanbul Saint Galata kulüpleri olarak değişmeden, Şükrü Saraçoğlu geyiklerinin “özgürce” yapılmasını sağlayan...

Gökten kaymış yıldızların toplaşarak bir adada kameralar karşısında “Survivor” yani “Hayatta Kalma” yarışması çekebilmeleri için “Hayatta Kalamayanların” savaşıydı Çanakkale Savaşı...

O zamanlar ülkenin hür olabilmesi için omuz omuza savaşan, aynı toprakta kardeşçe yaşayanların koyun koyuna öldükleri, ülkenin belki de en önemli “özgürlük savaşı...”


Gündem o kadar meşguldü ki...

Biz unuttuk...


Bakın bizim gibi “unutmayan” Fransız Generali Bridges, ülkesine döndükten sonra savaştan bir hikayeyi nasıl anlatmış:

“Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirler.

Asla unutamayacağım bir anımdır...

Savaş alanında dövüş bitmiş, yaralıları toplamak için alanda dolaşıyorduk. Yerde bir Fransız askeri yatıyordu. Başında ise bir Türk askeri, kendi gömleğini yırtmış ve bizim askerin yaralarını sarıp, kanlarını temizliyordu.

Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:

-       Az önce öldürmek istediğin askere niçin yardım ediyorsun?

Takatsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

-       Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın fotoğrafı çıkardı. Bir şeyler söyledi. Anlamadım ama herhalde anası olacaktı. Benim kimsem yok... İstedim ki o kurtulsun, anasının yanına dönsün.

Bu asil duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı...

Onda gördüğüm manzara kanımı dondurdu. Çünkü Türk askerinin göğsünde, bizim askerimizinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı...”


Dün bu yazıyı yazmadım.

Özellikle akşama kadar bekledim.

Okudum.

İzledim.

Ana haberlerde de, ara haberlerde de, medya kuruluşlarının internet sayfalarında da, sosyal medyada da nelerin daha fazla konuşulduğunu, hangi konuların daha fazla reyting topladığını gözlemledim.

Çok acı da olsa söyleyeceklerim şunlardır ki...

Özür dileriz Atam.

Sen ve yüzbinlerce kahramanın canlarını feda edip bize bu günleri hediye etti.

Gel gör ki “Geçilmez!” dediğin Çanakkale dün maalesef  “Geçildi”...


8 Mart 2012 Perşembe

Ah kadınlar, siz yok musunuz!


Özel bir gün bugün...

Dünyada yaşayan tüm kadınların günü...

Gün boyunca dünyanın her yerinde sayısız “kadınlar günü mesajı” yayınlanacak, sayısız tebrikler gönderilecek, bir o kadar çiçekler, hediyeler paylaşılacak.

Tıpkı çoğunlukla senede bir gün hatırlanan anneler günü, sevgililer günü gibi...

Aslında modern zamanlarda, bu özel günün anneler ve sevgililer günü arasındaki boşluğu doldurmak için en uygun “pazarlama” aracı olduğunu düşünmek çok da abesle iştigal etmeyecektir sanırım.

Peki kadınlar açısından sadece “bir demet çiçekten” ibaret olmayan, ama biz erkeklerin bunu çok da fazla anlamadığı bu önemli günün hikayesini ne kadar biliyoruz?

Gelin 8 Mart’ın nereden çıktığına ve “gerçek anlamdaki” önemine kısaca bir göz atalım.


Zamanda yolculuğa çıkıyoruz...

8 Mart 1857...

ABD’nin New York kentinde, daha iyi çalışma koşullarına sahip olmak isteyen ve haklarını arayan 40 bin dokuma işçisi greve başlar.

Sonrasında polis, işçilere saldırarak fabrikaya kilitler.

Ardından büyük bir yangın çıkar ve çoğu “kadın” 129 kişi feci şekilde hayatını kaybeder...

8 Mart 1907...

Tam 50 yıl sonra, modern çağın başlamasıyla Avrupa, yaşanan bu üzücü olayı, 50 yıl kadar bir süre “gecikmeli” de olsa hatırlar ve gayrı resmi olarak “Dünya Kadınlar Günü” olarak anmaya başlar.

Aradan 3 yıl geçer ve 1910 tarihinde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı sayesinde bu özel günün kutlanması resmileşir.

Başlarda bahar aylarında kutlanan bu gün, 1921 yılında Moskova’da gerçekleştirilen başka bir Uluslararası Kadınlar Konferansı ile 8 Mart olarak “resmen” kutlanmaya başlanır.

Kutlamaya önderlik eden ülkeler, “Doğu Bloku Ülkeleri” olarak bilinen Doğu Avrupa ülkeleri ve Rusya’dır.

Türkiye’deki geçmişi ise aynı tarihte, yani 8 Mart 1921’de “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmasıyla başlar.

Böylesine önemli bir günü biraz daha “parlatarak” ve tarifi çalıp çeşitli soslarla kalori açısından “zengin” hale getirip “fast-food” zihniyetinde pazarlayan ise, ne yazık ki bu günü kutlamamızı sağlayan “vahim olaya” sahip çıkmayan Amerika olmuştur.


Gelin bir de kadınların günümüzde, hayatımızdaki yerine bakalım...

Birleşmiş Milletler‘in yaptığı araştırmalara göre:

·      Dünyadaki işlerin %66’sı kadınlar tarafından görülüyor.

·      Buna karşın kadınlar, dünyadaki toplam gelirin sadece %10’una ve toplam mal varlığının yalnızca %1’ine sahipler.

·      Kadınlara karşı uygulanan şiddet, dünyadaki en yaygın olan ama en az cezalandırılan suçtur.

·      150 ile 200 milyon arasında kadın resmi kayıtlara göre “kayıp” olarak görünmektedir.

·      Fuhuşa zorlanan ve satılan kadın sayısı, tahminlere göre yılda 4 milyona kadar çıkmaktadır.

·      15 – 45 yaş arası kadınların erkek şiddeti yüzünden ölüm oranı, kazalar, hastalıklar, salgınlar veya savaşlar yüzünden yaşanan ölüm oranlarından fazladır.

·      Modern toplumda en az 3 kadından 1’i hayatında en az 1 kez dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış veya başka türlü kötü davranışlara maruz kalmıştır.


Peki ya Türkiye’de kadınlara verilen önem?

·      Şehirlerde yaşayan evli kadınların %18’i, köylerde yaşayanların %76’sı eşleri tarafından “düzenli!” olarak şiddete maruz kalmaktadır.

·      Kadınlarımızın %58’i evliliklerinin ilk gününde şiddetle karşılaşmaktadır.

·      Adli kayıtlara göre aile içi işlenen suçların %90’ını “kadına karşı işlenen suçlar” oluşturmaktadır.

·      Kadınlarımızın %15’i cinsel şiddete maruz kalırken, her 10 hamile kadından 1’i gebeliği sırasında fiziksel şiddette maruz kalmaktadır.

Daha uzayıp giden ve yukarıdaki verilerden parlak olmayan başka bir çok veri ve inceleme de cabası...


Kadınlar günü, anneler günü, sevgililer günü...

Bu ve benzeri günlere çok sevinemiyorum ne yazık ki.

Bir yandan “o günlerde” hayatımızda çok önemli yeri olan “kadınlara” karanfiller alırken...

Ertesi günü o çiçekler kokuyor diye vazolarını kafalarında kırıyoruz.

Bir yandan sadece “o günlerde” elleri sıcak sudan soğuk suya değmesin diye ilgimizi gösterirken...

Ertesi günü üzerlerine kaynar su döküyoruz.

Bir yandan “o günlerde” kalplerini ısıtacak sıcacık sürprizler yaparken...

Ertesi günü “tenlerini yakacak” sigaralarımız için vücutlarını kül tablası yerine kullanıyoruz.

Bir yandan “anasına, bacısına” küfür edenleri öldürüp katil olurken...

Ertesi günü “anamıza, bacımıza” en ağır hakaretleri edip, cezalarını kendimiz kesiyoruz.

Sahi biz “Dünya Kadınlar Günü”nü mu kutluyoruz?

Yoksa kendimizi mi tatmin ediyoruz?..


Son söz olarak:

Başta annelerimiz olmak üzere

İyi ki varsınız.

Çünkü biz de olmazdık siz olmasaydınız.


 Ve sakın unutmayın hanımlar...

Siz yoksanız...

Her daim boş kalır “sol” yanımız...


6 Mart 2012 Salı

Ulusal "İstismar" ve Çocuk Bayramı


İktidarın, muhalefetin her gün birbirilerine başka kesici aletlerle “bel altından” vurmalarını bir kenara bırakıp, etrafımızda olan bitenlere bakmanın daha fazla “karın doyuracağını” düşünüyorum.

Zira bugünlerde “öteki” gündem oldukça yoğun.

Bazıları pek oralı olmasa da...

Son günlerde Pozantı Cezaevi skandalı ile yeniden gündeme gelen çocuk istismarı konusu da, aile içi şiddet gibi ülkemizin ezelden beridir kanayan en önemli yaralarından biri oldu bugüne kadar.

Zaman zaman sesler çıksa da, kalıcı çözümler bulunmadıkça ve yapılanlar “gerçek anlamda” cezalandırılmadıkça, benzeri haberleri duymaya ne yazık ki devam edeceğiz.

Tıpkı devletten koruma isteyip öldükten sonra korunan şiddet mağduru kadınlar gibi...


Peki çocuk istismarının gerçek karşılığı nedir?

Konuyu açtıkça, bizleri çok ilginç yerlere götüreceğini göreceksiniz birazdan.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) çocuk istismarı tanımı:

“Çocuğun sağlığını, fiziksel ve psikososyal gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek tüm davranışlar çocuğa kötü muameledir”

Bu durumda zanlımız sadece Pozantı Cezaevi yetkilileri olmaktan çıkıyor.

Okullardaki öğrenci dayakları, küçük yaşlarda “çırak” olarak çalıştırılan işçi çocuklar, sokaklarda mendil satan ufaklar, yetiştirme yurtlarında yaşanan skandallar...

Yukarıda saydığım ve saymadığım bir çok konuda çocuklara yapılan eziyetler aslında “cezai” olarak “çocuk istismarı” kapsamında sayılıyor.

Sayılıyor sayılmasına da...

Şimdi çok daha vahim bir bilgi geliyor...

Ülkemizde çocuk istismarı ne kadar “ceza kapsamında” olsa da, ihmal bir suç teşkil etmiyor.


Bu ne demek?

Yani istismarı yapan kişi veya kişiler ne kadar ceza kapsamına girseler de, buna sebebiyet veren veliler hiçbir şekilde ceza almıyor.

Bir düşünün...

Çocuklarının “etini” ustaya, “kemiğini” kendine ayıran veliler...

Bir şirket işletir gibi çocuklarına mendil sattıran “hijyen” ağaları...

O çocukları doğurup, "bakamayacağım" diye yetiştirme yurtlarına teslim eden ebeveynler...

En ufak bir cezai müeyyideye tabi olmuyorlar.

İstatistiklere göre, Dünya genelinde gelişmiş ülkelerde çocuk istismarı %1 ila %10 arasında değişirken, Türkiye’de %10 ile %53 arasında değişen bir oran bulunmaktadır.

Bu “ruh hastası” tabloya bakarken yetersiz yasalarımıza da bir bakalım mı?

TCK’nın 414. Maddesi gereğince 15 yaşından küçük bir çocuğa “zor kullanarak, tehditle tecavüz edilmesi” 10 sene hapisle başlar.

Ama...

Eğer bu eylemde “zor kullanma ve tehdit” olmadan tecavüz varsa sadece 5 yıl hapisle başlıyor yargılamalar.

Kötü bir şaka gibi ama maalesef gerçek!


Çocuk Hakları için “Birleşmiş” Milletler. Ya biz?

BM Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde benimsenen ve 2 Eylül 1990 tarihinde yürürlüğe giren ve 142 ülke tarafından imzalanmış olan bir sözleşme var.

Adına “Çocuk Hakları Sözleşmesi” deniyor.

Güzel ülkemiz ise bu sözleşmeyi 2 Ekim 1995’te uygulamaya başlıyor...

Şimdi ise Pozantı kayıtlarından bir dilekçe ifadesini aktarıyorum. Sözleşmeyi ne kadar “uyguluyoruz” siz karar verin...

M.D. ve S.K.: “Tutuklanıp cezaevine götürüldüğümüzde gardiyanlar bize bağırıp plastik borularla ‘ilk giriş dayağı’ attı. Adli mahkûmlara bize eziyet ettiriyorlardı. Ailemizin yatırdıkları paraları kendileri harcıyordu. Taciz ve tecavüz olayları sürekli oluyordu.”

“A.10 koğuşundaki ....’nin, A.3’teki ....’nin diğer mahkûmlara karşı cinsel taciz ve tecavüzde bulunduklarını duyduk. Özellikle bir arkadaşımızın tecavüze uğradığını duyduk.”

Bu arada unutmadan ufak bir hatırlatma...

Bir yandan...

Bu kadar vahim bir tabloya sahip, bu kadar yetersiz cezai müeyyidelere sahip, böylesine utanç verici ve sapkınca gelişmeleri her geçen gün daha da yaşayan bir ülkeyiz.

Diğer yandan...

23 Nisan 1927’den beri, tüm dünya çocuklarını misafir edip, tüm dünya çocuklarının “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı kutlayan...


Bir tuhaf memleketiz...