Her
zaman söylediğim ve inandığım bir söz vardır. Her zaman sorulan bir sorunun da
cevabıdır aslında...
Yıllar
boyunca sorulmuş, ama net bir cevabı olmayan bir sorunun bana göre en net
cevabıdır yazacağım.
“Sevginin
anlamı nedir?” diye sorulur.
Benim
için anlamıysa, her zaman tek bir kelimeyle anlatılır.
Fedakarlık...
Neden
mi?
Çünkü
sevmek demek, sevdiğiniz kişiyi kendinizden daha fazla sevmek demektir. Daha
fazla düşünmek, onun mutluluğunu kendi mutluluğunuzdan önde tutmak, gerekirse
bazen onun mutluluğu için bile onu uzaktan izlemek...
Kimi
zaman sevgiyi, o “uyurken” ve hissettirmeden bir öpücükle göstermek...
Onun
gözüne sokmamak, asla karşılık beklememek...
Bunun
adına da “fedakarlık” denir işte.
Anne
sevgisi, baba sevgisi, kardeş, dost, sevgiliye duyulan sevgi.
Hepsi
farklıdır bir yerde ama aynıdır temelde.
İşte
bu yüzden “Feda” sadece bir t-shirt yazısı değildir kesinlikle...
Bir
toplum, lideri nasılsa zamanla o karaktere bürünür düşüncesindeyimdir.
Şimdi
“Beşiktaşlılık Duruşu” sözünün erozyona uğramadığı zamanlardaki duruma bir
bakalım.
Yıllarca
Beşiktaş’ın başında kalmış, çok da “dünyaca ünlü” olmayan bir teknik direktör,
Gordon Milne...
Kendi
altyapısından yetişmiş Metin, Ali, Feyyaz, Mehmet, Rıza, Sergen gibi
yetenekler...
Kulübün
başında ise Süleyman Seba.
Yani
“Şerefiyle” oynayıp “Hakkıyla” kazanan bir çınarın son “Beyefendisi”...
Haliyle
kulübün iliklerine kadar işlemiş zihniyeti...
Bir
de sonraki döneme bakalım
Özellikle
son on yılda gözlemlediğim, Beşiktaş taraftarının profili, özellikle de genç
nesilde oldukça vahim bir şekilde değişmeye başladı.
Rakipleriyle
kavgalı, söylemleri tutarsız, her gün biraz daha eriyen ve yaprakları dökülen
koca bir çınar...
Kulübün
başındaysa, baba parası ile bugünlere gelmiş, kendi kazançlarıyla değil,
aileden gelen servetiyle isim yapmış, işler ters gidince kulübü yüz üstü
bırakıp gitmiş bir başkan...
Diyorum
ya toplumlar liderlerinin karakterlerine bürünürler...
Şimdi
bir Seba döneminin taraftar profiline, bir de Demirören döneminin taraftar
profiline bakalım...
Seba
döneminde şartları çok daha kötü olan, oturacak koltukları bile olmayan
İnönü’de 40 bin kişiye oynanan maçlar...
Saygı
duyulan ve “adaleti” şovmenlikten üstün gören bir taraftar zihniyeti.
Futbolculara,
öz kaynağa gösterilen sevgi, ilgi ve her bir yavru kartalı bağrına basma
yarışı, koşulsuz, şartsız destek günleri...
Peki
ya Demirören dönemi?
Tamamen
şova yönelik transfer beklentileri, bir türlü doymayan ve iştahla yeni
yıldızları bekleyen havalimanı nöbetleri, her gün numarası biraz daha büyüyen
“at gözlükleri” ve bitmek bilmeyen sabırsız eleştiriler silsilesi...
En
çok desteğin gerektiği günlerde neredeyse boş tribünlere oynanan maçlar,
satılmayan kombineler, alınmayan formalar...
Daha
yapılmadan eleştirilen transferler, giden futbolcuları takımın önüne koyan
sözler, öz kaynaktan yetişen bir teknik direktörün, çocuğundan bile küçük
yaştakiler tarafından hakarete varacak sözlerle eleştirilmesi...
Bir
düşünün isterseniz...
Bu
taraftar profili, sadece 10 yılda nasıl böyle değişti sizce?
Cevabı
yukarıdaki satırlarda gizli olabilir mi?
Beşiktaş
belki de tarihinin en zor dönemini yaşıyor bu günlerde...
Gelin,
durumun ciddiyetini ve gerçekten ben “Beşiktaşlıyım!” diyen her taraftarın
yapması gerekeni bir hikayeyle anlatalım:
Çok
soylu ve köklü bir aileden gelen, zengin mi zengin bir iş adamı varmış...
Eşi
ve çocuğuyla beraber çok lüks evlerde yaşar, çocuğuna sayısız lüks oyuncak
alır, dertsiz, tasasız bir hayat yaşarlarmış...
Çocuğun
bir dediği iki edilmez, sürekli şımartılır, şımartılır ve her istediği
yapılırmış...
Derken
günlerden bir gün, babanın işleri bozulmaya başlamış...
İlk
zamanlarda ailesine fazla şey belli etmemeye çalışmış.
Malum
eskilerin ve “Asil” ailelerin kullandığı bir laf vardır:
“Kan
da kussak, kızılcık şerbeti içtik deriz” denir, kimseye acizlik belli
edilmezmiş...
Artık
durum o kadar kötüleşmiş ki, alacaklılar, haciz memurları bir bir eve gelmeye
başlamış...
Baba,
bir gün oğlunu karşısına alıp, işte o tarihi konuşmasını yapmış:
“Oğlum...
Sen yaşadığın sürece seni ve ailemi layık olduğunuz şekilde yaşatmaya devam ettim. Bir dediğini iki etmedim, lüks içinde yaşattım, üzüntü, sıkıntı nedir sana hiç göstermedim.
Sen yaşadığın sürece seni ve ailemi layık olduğunuz şekilde yaşatmaya devam ettim. Bir dediğini iki etmedim, lüks içinde yaşattım, üzüntü, sıkıntı nedir sana hiç göstermedim.
Fakat
şimdi zor bir dönemden geçiyoruz ve sen de artık bunları anlayacak yaşa geldin.
Bir
süre boyunca o çok sevdiğin bilgisayarın artık olmayacak...
Her
gün filmler izlediğin o dev televizyonumuz olmayacak...
Her
akşam en lüks restoranlara gidip yemekler yiyemeyeceğiz...
Oynamayı
çok sevdiğin o oyuncaklarınla artık oynayamayacaksın...
...ve
bunların üstesinden gelip yeniden yükseleceğiz!..
Bir
damla yaş dökülmüş çocuğun gözlerinden.
Sonra
o gözünün yaşını silmiş o “kocaman” ufak adam.
Babasının
gözlerinin içine bakıp, tüm gücüyle başını yukarı aşağı sallamış...
Sevgi
“Fedakarlıktır” demiştik.
Şimdi
karar zamanı...
Ya
bize eski zenginliği yaşatamıyor diye ailemizi terk edeceğiz,
Ya
da yeniden yükselmek için babamıza yardım edeceğiz...
Karar
sizlerin...
Ben
bu ailenin “kocaman” ufak çocuğu olmaktan dolayı gurur duyuyorum ve babama,
onun yüzünün yeniden güldüğünü görene kadar yardım ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder