17 Temmuz 2012 Salı

Ailenin "kocaman" ufak adamı


Her zaman söylediğim ve inandığım bir söz vardır. Her zaman sorulan bir sorunun da cevabıdır aslında...

Yıllar boyunca sorulmuş, ama net bir cevabı olmayan bir sorunun bana göre en net cevabıdır yazacağım.

“Sevginin anlamı nedir?” diye sorulur.

Benim için anlamıysa, her zaman tek bir kelimeyle anlatılır.

Fedakarlık...

Neden mi?

Çünkü sevmek demek, sevdiğiniz kişiyi kendinizden daha fazla sevmek demektir. Daha fazla düşünmek, onun mutluluğunu kendi mutluluğunuzdan önde tutmak, gerekirse bazen onun mutluluğu için bile onu uzaktan izlemek...

Kimi zaman sevgiyi, o “uyurken” ve hissettirmeden bir öpücükle göstermek...

Onun gözüne sokmamak, asla karşılık beklememek...

Bunun adına da “fedakarlık” denir işte.

Anne sevgisi, baba sevgisi, kardeş, dost, sevgiliye duyulan sevgi.

Hepsi farklıdır bir yerde ama aynıdır temelde.

İşte bu yüzden “Feda” sadece bir t-shirt yazısı değildir kesinlikle...

 ***

Bir toplum, lideri nasılsa zamanla o karaktere bürünür düşüncesindeyimdir.

Şimdi “Beşiktaşlılık Duruşu” sözünün erozyona uğramadığı zamanlardaki duruma bir bakalım.

Yıllarca Beşiktaş’ın başında kalmış, çok da “dünyaca ünlü” olmayan bir teknik direktör, Gordon Milne...

Kendi altyapısından yetişmiş Metin, Ali, Feyyaz, Mehmet, Rıza, Sergen gibi yetenekler...

Kulübün başında ise Süleyman Seba.

Yani “Şerefiyle” oynayıp “Hakkıyla” kazanan bir çınarın son “Beyefendisi”...

Haliyle kulübün iliklerine kadar işlemiş zihniyeti...


Bir de sonraki döneme bakalım

Özellikle son on yılda gözlemlediğim, Beşiktaş taraftarının profili, özellikle de genç nesilde oldukça vahim bir şekilde değişmeye başladı.

 8 yılda sayısız teknik direktör değiştirmiş, onlarca futbolcu transfer edip sonra üzerlerine paralar vererek göndermiş, etrafta gördüğü herkesi toplayıp sonra da paralarını vermemiş, heves alınıp takım tepe taklak olunca da terk edilmiş bir Beşiktaş...

Rakipleriyle kavgalı, söylemleri tutarsız, her gün biraz daha eriyen ve yaprakları dökülen koca bir çınar...

Kulübün başındaysa, baba parası ile bugünlere gelmiş, kendi kazançlarıyla değil, aileden gelen servetiyle isim yapmış, işler ters gidince kulübü yüz üstü bırakıp gitmiş bir başkan...

Diyorum ya toplumlar liderlerinin karakterlerine bürünürler...

Şimdi bir Seba döneminin taraftar profiline, bir de Demirören döneminin taraftar profiline bakalım...

Seba döneminde şartları çok daha kötü olan, oturacak koltukları bile olmayan İnönü’de 40 bin kişiye oynanan maçlar...

Saygı duyulan ve “adaleti” şovmenlikten üstün gören bir taraftar zihniyeti.

Futbolculara, öz kaynağa gösterilen sevgi, ilgi ve her bir yavru kartalı bağrına basma yarışı, koşulsuz, şartsız destek günleri...


Peki ya Demirören dönemi?

Tamamen şova yönelik transfer beklentileri, bir türlü doymayan ve iştahla yeni yıldızları bekleyen havalimanı nöbetleri, her gün numarası biraz daha büyüyen “at gözlükleri” ve bitmek bilmeyen sabırsız eleştiriler silsilesi...

En çok desteğin gerektiği günlerde neredeyse boş tribünlere oynanan maçlar, satılmayan kombineler, alınmayan formalar...

Daha yapılmadan eleştirilen transferler, giden futbolcuları takımın önüne koyan sözler, öz kaynaktan yetişen bir teknik direktörün, çocuğundan bile küçük yaştakiler tarafından hakarete varacak sözlerle eleştirilmesi...

Bir düşünün isterseniz...

Bu taraftar profili, sadece 10 yılda nasıl böyle değişti sizce?

Cevabı yukarıdaki satırlarda gizli olabilir mi?

***

Beşiktaş belki de tarihinin en zor dönemini yaşıyor bu günlerde...

Gelin, durumun ciddiyetini ve gerçekten ben “Beşiktaşlıyım!” diyen her taraftarın yapması gerekeni bir hikayeyle anlatalım:


Çok soylu ve köklü bir aileden gelen, zengin mi zengin bir iş adamı varmış...

Eşi ve çocuğuyla beraber çok lüks evlerde yaşar, çocuğuna sayısız lüks oyuncak alır, dertsiz, tasasız bir hayat yaşarlarmış...

Çocuğun bir dediği iki edilmez, sürekli şımartılır, şımartılır ve her istediği yapılırmış...

Derken günlerden bir gün, babanın işleri bozulmaya başlamış...

İlk zamanlarda ailesine fazla şey belli etmemeye çalışmış.

Malum eskilerin ve “Asil” ailelerin kullandığı bir laf vardır:

“Kan da kussak, kızılcık şerbeti içtik deriz” denir, kimseye acizlik belli edilmezmiş...

Artık durum o kadar kötüleşmiş ki, alacaklılar, haciz memurları bir bir eve gelmeye başlamış...

Baba, bir gün oğlunu karşısına alıp, işte o tarihi konuşmasını yapmış:

“Oğlum...

Sen yaşadığın sürece seni ve ailemi layık olduğunuz şekilde yaşatmaya devam ettim. Bir dediğini iki etmedim, lüks içinde yaşattım, üzüntü, sıkıntı nedir sana hiç göstermedim.

Fakat şimdi zor bir dönemden geçiyoruz ve sen de artık bunları anlayacak yaşa geldin.

Bir süre boyunca o çok sevdiğin bilgisayarın artık olmayacak...

Her gün filmler izlediğin o dev televizyonumuz olmayacak...

Her akşam en lüks restoranlara gidip yemekler yiyemeyeceğiz...

Oynamayı çok sevdiğin o oyuncaklarınla artık oynayamayacaksın...

 Biz üç kişilik “kocaman” bir aileyiz...

...ve bunların üstesinden gelip yeniden yükseleceğiz!..

 Senden tek ricam, beni anlaman ve bu süreçte iyi bir çocuk olup olgunlaşman...”



Bir damla yaş dökülmüş çocuğun gözlerinden.

Sonra o gözünün yaşını silmiş o “kocaman” ufak adam.

Babasının gözlerinin içine bakıp, tüm gücüyle başını yukarı aşağı sallamış...

 ***

Sevgi “Fedakarlıktır” demiştik.

Şimdi karar zamanı...

Ya bize eski zenginliği yaşatamıyor diye ailemizi terk edeceğiz,

Ya da yeniden yükselmek için babamıza yardım edeceğiz...

Karar sizlerin...


Ben bu ailenin “kocaman” ufak çocuğu olmaktan dolayı gurur duyuyorum ve babama, onun yüzünün yeniden güldüğünü görene kadar yardım ediyorum.

Çünkü ben “Ailemi” çok seviyorum...