22 Kasım 2007 Perşembe

Ruhunuzun Gözleri

Beyoğlu’nda serince bir akşamüstü. Sonbahar iyiden iyiye hissettirmeye başlamış hüznüyle birlikte tatlı huzurunu. Hava kararmaya, saatler ise gece için hazırlanmaya başlamışlar bile. İnsanlarda bir telaş, hızlı adımlarla geçiyorlar yanı başımdan. Akıllarında biran önce eve gidip günün yorgunluğunu atmak var belli. Aynı telaş trafikte de devam ediyor. Gün birden hızlanmaya başladı.

Oysaki gündüz ne kadar sakindi. 17 numaradaki Aylin Hanım eşini uğurladıktan sonra markete gitti. Okulu kırdıkları her hallerinden belli iki genç kız vitrinlere dalmış hayaller kuruyorlardı. Kim bilir rüyalarında o kıyafetler içinde nerelere gitmişlerdi, hangi krallıktaydılar? Bu ve bunun gibi ufak tefek hareketlenmeler işte.

Bu saatlerde ise geçenleri bile sayamıyorum bazen. Hatta kimi zaman kendimi öylesine kaptırıyorum ki, sanki beni de bekleyenler varmış gibi düşünüyor, yetişmem gereken bir yerler varmış gibi hissediyorum.

Aklımdan geçen bu düşüncelerle o kadar meşgul olmuşum ki karanlığın bastırdığını, gece olduğunu fark etmemişim bile. Desenize görev yine başlamış. :) Gece daha genç, sabaha daha çok var. Yine kaldık baş başa, ıssız ve yorgun sokaklarla. Ara sıra hafif bir esinti geliyor yanı başıma. Yaprakları bir oraya bir buraya savururken;

-“Bir hatırını sorayım dedim, sıkılmışsındır yalnız başına” diyor adeta.

Biliyor musunuz burası bana huzur veriyor. O binalardaki tarih, geçmişten gelen o asil ruh ay ışığında o kadar güzel hissediliyor ki…

Kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü böylesine güzel bir şehrin en asil yerlerinden birindeyim. Tabi böyle bir yerde iseniz sizin de o ruhu taşımanız, farklı ve seçkin olmanız gerekiyor.

Laf aramızda kendimi de beğenmiyor değilim hani. :) Tabi sadece görünüşünüz de yetmiyor çevrenizi daha aydınlık kılmak için. Eğer bunu ruhunuzla süsleyemiyorsanız, eğer içten gelen bir duygu, bir sıcaklık katamıyorsanız buz gibi bir demir yığınından ne farkınız kalır söyler misiniz?

Zaman akıyor yavaş yavaş. Tıpkı o hafif esintiyle ve ince ince çiseleyen yağmur damlalarının çıplak tenimde ağır bir şekilde süzülmesi gibi. Sonra bulutlar dağılıyor, onlarca yıldız çıkıyor sahneye. Sanki en parlak incilerden oluşmuş bir mücevher koleksiyonu gibi gökyüzü.

Her gece sabaha kadar çalışmak zor. Ama kutup yıldızı bile bir başka parlıyor bu gece, sanki ay ışığına nispet yapıyor gibi. Kim bilir belki de yükümü hafifletmek istiyordur, yardımcı olup benim için parlıyordur.

Bakın artık gün ağarıyor, sabah olmaya başlamış bile. Ne kadar çok konuştum değil mi? Bu yalnızlıkta hazır sizi bulmuşken anlatı verdim tüm içimden geçenleri. Biraz sonra bu geceki görevim bitiyor. Yarına Allah kerim. Yine o hareketlenme başlayacak, evden acele ile çıkanlar bir telaşla iş yerlerine ulaşmaya çalışacaklar.

Kim bilir vitrinler hangi rüyalara ev sahipliği yapacak yine, hangi anılar canlanacak tekrar bu hoş Beyoğlu Sokaklarında.

Dışarıdan bakınca sadece bir sokak lambası olduğumu düşünmek ne kadar basit değil mi? Sadece sokağı aydınlatmaya yarayan dekoratif bir metal parçası olduğumu sanmak.

Hayatta en beklenmedik şeyler, en umulmadık sürprizleri de yanında taşır.

Hadi biraz daha farklı bakın bundan sonra çevrenize. Etrafta daha önce yanından geçip hiç fark etmediğiniz o kadar çok güzellik bulacaksınız ki şaşıracaksınız.

Sadece biraz ruhunuzla bakın yeter. :)

21 Kasım 2007 Çarşamba

Sadece Birkaç Dakika

Gecenin karanlığında bir fısıltı duyarsın.
Sağına bakarsın, soluna bakarsın, hiçbir şey göremezsin.
İrkilirsin bir an.
Oysaki o ses beklemediğin bir yerden geliyordur.
Hiç kalbinin sesini dinlemeyi denedin mi?
Bak bakalım belki de odur deminden beri fısıldayan.
Kim bilir, belki de sana bir şeyler söylemeye çalışıyordur.
Oysaki sen onu o kadar çok ihmal etmişsindir ki,
Düşünmemişsindir bile istediği bir şeyler olabileceğini.

Çabuk ol sesi kısılacak,
İstesen de söyleyemeyecek içinden geçenleri.
Anlatamayacak yoksa derdini.
Etrafla uğraşmaktan en yakınını, kendi içini göremiyorsun pek değil mi?
Her zamanki koşuşturmacalar işte
-“Çok yoğunum, hiçbir şeye vakit olmuyor!” lar.
Ne güzel bahaneler değil mi? :)

Bu sefer bir değişiklik yap istersen.
Bahanelerini etrafa sakla, kendinle konuş biraz da.
O aslında senden çok şey beklemiyor emin ol.
Sadece…
Sadece birkaç dakika en fazla.

Umarım şu anda müsaitsindir.
-“Vakit de artık geç oldu, yarına bırakalım” deme sakın.
Hem, inan sana çok güzel haberleri var :)
İhmal edip de fark edemediğin güzellikleri anlatacak sana.
Her seferinde onlarca kez önünden geçtiğin ama bir türlü göremediğin.
Tüm güzellikleri görmüş ve anlatmak için can atıyormuş.

Nerden mi biliyorum?
:) Ondan çok şey öğrendim
Çünkü bana da anlatır tüm gördüklerini

Hadi bir kulak ver.
Etrafa bahaneler uydur
Ve kalbinin sesini dinle sadece.

Birkaç dakika için olsa bile :)

20 Kasım 2007 Salı

Bir Evin Hikâyesi (II)

Kışları severim. Ne kadar soğuk görünse de aslında sıcacıktır kalbi. Fazla uğraşmaya gerek yok. Sıcak bir yuva ve sizi bekleyen sevdikleriniz, buz gibi ve koskocaman bir kışı ısıtmaya yeter de artar bile. Kalanıyla da ilkbaharı karşılarsınız.

Kimilerimizin böyle bir şansı oldu, kimimizin ise olamadı. Fakat inandığım şudur ki, herkesin kalbinde böylesine sıcak bir yuva hayali her daim yer etti.

Bir hayali gerçekleştirebilmek için önce onu tanımlamak gerekir. Ufacık bir sebeple başlar aslında tüm hayaller ve bir hayalle gerçek olur kalplerdeki dilekler.

Ben de size bir hayal getirdim, belki bir sebep olur ve siz de kalbinizde kendinizinkini yaratırsınız.

İçten gelen bir şiirle başladı her şey, “Bir Sokağın Hikâyesi”. Bir sebepti bu ve devam etti…

Keyifli bir şekilde yürüdüm o sokakta. Bir yanda sokak lambaları vardı, dilleri olsa kim bilir neler anlatacaklardı. Kafamı kaldırıp o yaşlı ve asil sokaktaki Eski İstanbullulara baktım. Her biri bambaşka hikâyeler barındıran zarif Nişantaşı apartmanları. Emlak Caddesi’nde (nam-ı diğer Abdi İpekçi) sıra sıra dizilmişlerdi birer inci gibi. İçlerinden birine yaklaştıkça kalbimdeki sıcaklık biraz daha arttı. 131 numaralı İpek Apartmanıydı bu hissin sebebi. Ana kapıdan içeri girdim ve merdivenleri birer birer çıkmaya başladım. Asansör de var fakat her bir merdiveni teker teker çıktığınızda ve soluklarınız da bu orantıda hızlandığında vardığınız hedefin değerini daha iyi anlıyorsunuz.

Dairemin kapısına ulaştığımda o sıcaklık iyiden iyiye kalbimi ısıtmaya başladı. Kapıyı açtım ve bir adım attım. Siyah ve beyaz taşların uyumu, bu iki temel ve asil rengin kapladığı antrede karşıladı beni. Buradan oldukça geniş olan salonuma geçtim. Tam karşımdaki sade ama bir o kadar da hoş duran koltuk takımının hemen ötesindeki ufak cumba takıldı gözüme. Caddeye bakan bu sevimli cumba hava karardığında boyundan büyük işlere kalkışıp nice hararetli sohbetlerle ağırlamıştı dostlarımı.

Rutin olmayı sevmedim hiçbir zaman. Bu, evime de yansımalıydı. Yuvanız, birileri sorduğunda sizi anlatamıyorsa, sizi o kadar iyi tanımıyorsa, bir ömür nasıl paylaşılır ki o yuvayla?

Salonun sağ tarafı, ince fakat çok yüksek olmayan bir duvarla kendini gizlemiş bambaşka bir mekâna açtı kapılarını. Siyah ve beyaza bir de kırmızı dahil olmuştu burada. Hararetli tartışmalardan sıyrılıp nice filmlerin, oyunların arasında kaybolmak, kendini bambaşka diyarlarda bulmak üzere tasarlanmış bir eğlence bölümüydü burası. Mola verip derin bir nefes almak için ise ufacık bir balkon mevcuttu caddenin coşkusu ve renkleriyle bütünleşen.

Geri gelip odadan çıktım. Salonun sol tarafında ise en lezzetli yemeklerin yendiği, farklı parke döşemeleri ve tablolarla bezenmiş yemek bölümüne şöyle bir baktım. Yuvarlak formdaki masa konuklarımın kendilerini özel hissetmelerini sağlarken ona Büyük İskender Heykeli ve Rönesans tabloları eşlik ediyordu.

Servis kapısından çıktım ve holde salondan bir sonra gelen mutfak kapısına yöneldim. Türk kültürü ile yoğrulmuş ve oradan tüm dünyaya açılmış enfes yemekleri yaratabilmek için bu kabiliyete sahip bir mutfak gerekirdi. Değişik lezzetlerin oluşmasına ilk katkıda bulunan buzdolabıyla başlayan, yemeğe doğal bir tat verecek harlı ocakla devam edip, duvara monte edilmiş taş zeminli gömme fırınla son bulan tezgâhın öyküsüne, ortadaki uzunlamasına set ve girişi köşede olan kiler de eşlik ettiler.

Mutfaktan çıkıp uzun holde iç taraflara doğru yürümeye başladım. Sokak lambası formundaki hol lambalarına eşlik eden Eski İstanbul gravürleri her seferinde beni alır ve bir zaman tünelinden geçirerek tüm zamanların o asil şehrinin eski dönemlerine götürürdü. Bu yolculukta türlü anılar da bana eşlik eder, kimi zaman gözlerimde hafif bir ıslaklık ve yüzümde hoş bir tebessüm bırakırdı.

Yolculuğun sonunda sağda ufak bir misafir banyosu vardı. Kim bilir belki de herkesin kendi yolculuğuna çıkması için orada konumlanmıştı.

Holün bitiminde ufak bir antre daha vardı. Bu ikinci meydan aynı zamanda özel yaşantımın da meydanıydı. Karşımdaki sürgülü kapının sağ tarafı yatak odama açılıyordu. Bir tarafında küçük gardırop odası diğer tarafta ise lale şeklinde bir aydınlatma ile gizlenmiş ufacık ve kişiye özel bir çalışma kısmı. Sediri güzelliğine eşlik eden seçkin oturma elemanı da cabası. Odanın ana bölümündeki kırık beyaz renklere porselen aydınlatma takımları eşlik ediyordu.

Bu güzel odaya bir kez daha bakmak için geri geri çıktım ve tam karşısındaki banyoya yöneldim. Ufak odacıklardan oluşan banyonun her bir odasının ayrı bir serüveni vardı. Günün ve iş hayatının yorgunluğunu üzerimden atacak olan duş, sağ tarafta bir bölmeye gizlenmiş, adeta kapı eşiğinden;

-“Bir dakika bakar mısınız, size bir teklifim var” diyerek sizi bulunduğunuz mekândan çekecek gibi bakıyordu. Uzun bir formda olan banyonun sonunda, lavabo ve klozet bölmelerini geçince saklı bir cennet görünümündeki jakuzi karşılıyordu beni. Sanki tüm günün mükâfatı gibi bekliyor ve usta bir masör gibi duyularıma hitap ediyor, sahip olduğunuz beş duyuya meydan okurcasına altıncısını sunuyordu adeta.

Son olarak ise banyodan çıkıyor ve en özel odama geçiyorum. Banyonun tam karşısında, bir tarafı yatak odasına açılan sürgülü kapının diğer gizli sürprizi olan çalışma odası. Raflar, bilgisayar ve benzeri şeyler için tasarlanmış köşe masası ve konuklarımı ağırladığım oturma grubunun dışında beni en iyi yansıtan öğelerden biri olan çalışma masam mevcut. Üzerinde ise birçok özelliği ile bana ilham kaynağı olmuş kutup yıldızı var adeta kararlı bir şekilde parlarcasına. Arka cepheye bakan, çiçeklerle bezenmiş balkonu da cabası.

Bu son odadan da çıktıktan sonra bir an için durup bir tebessüm molası veriyorum. Sonrasında o tebessümü de alıp tekrar başladığımız yere, yani salona doğru yol alıyorum. Pencereye doğru yaklaşıp dördüncü kattaki evimden şöyle bir sokağa doğru bakıyorum yanımda getirdiğim o huzurlu tebessümle.

Bir yazıyla devam etti her şey, “bir sokağın hikâyesi” ile. Vesile oldu hayallere ve duygulara. Ne zaman gerçek olur bilemem ama şu anda sizinle bu satırları paylaşacak noktaya getirdiyse biliyorum ki doğru yolda.

Hayal kurmaktan korkmayın, bir sebep bulmaktan çekinmeyin. İnanın bana bir gün bakacaksınız ki sizin hayal ettiğinizden bile fazlasını vermişler size.

Sevgilerimle…

19 Kasım 2007 Pazartesi

Kırık Kalpler Tamircisi

Ne zaman nereden gelirsin ki sen...
Bir gün benim, bir gün onların kalbine girersin.
Nasıl becerirsin bunu anlatır mısın?
Sen uzman bir kalp kıransın!

Havadan bile konuşsan sonra suyun dibine inersin.
Fazla güvenilmezsin o derinde boğuverirsin.
Peki nefessiz kalmak böyle mi dersin?

Baharda açan bir çiçeksin.
Kısa belki mevsimin ama büyülemeye yetersin.
O kısıtlı zamanının ardından,
Koleksiyona kim bilir kaç kırık kalp eklersin.

Bu sefer iyi bir rakip buldun bahar güzeli...
Tanıştırayım kendimi,

Bendeniz kırık kalpler tamircisi :)

Bir Sokağın Hikayesi (I)

Şöyle bir hayal canlanır hep aklımda
O sokakta sol tarafta, üst katlarda bir daire.
Sonbahar gelmiş
Cam kenarındasın
Evin içi de modern döşenmiş. Az eşya, kaliteli ama sade
Beyaz renkler hakim, yerlerdeki koyu kahvenin uyumuyla
Hafif bir müzik ruhunu ısıtan
Dışarıyı seyrediyorsun,
Yaprakları…
Uçuşan ve kahve sarı
Arabalar geçiyor, yavaş yavaş hava kararmaya başlamış
Yılların ve anıların geçiyor gözünün önünden,
Geçen her arabanın bıraktığı izlerde…
Sonra mevsim yavaş yavaş kışa dönüyor.
Kar yağıyor, sakin ve kararlı.
Belli ki istediği her yerin bembeyaz olması.
Sonra o beyazlığı hissetmek istiyorsun
Her zaman yürüdüğün ve zevk aldığın o sokaklarda…
Bu sefer süzülen pamuk gibi tanelerin altında
Duruyorsun tek başına, aslında sevdiklerin yanıbaşında.
Civarın tüm cafeleri bir adım uzağında.
Herkes bir yere yetişmeye çalışırken
Ve yollarda tıkanıp kalmışken akmayı bekleyen hayatlar gibi,
Sen ise evinin yanı başında
Bir adım uzakta olmanın rahatlığıyla huzur buluyor,
Fincandaki ılık kahveni yudumluyorsun.
Bir sıcaklık kaplıyor yüreğini
Sonra damarlarından yayılıyor tüm vücuduna,

Yeni taşındığın bir Nişantaşı sokağında.

Fazla Mesailer Mevsimi

Akşamdan kalmışsın bakıyorum
Üzerinde bir sabah mahmurluğu.
Sanmam ki alkolden bu yorgunluğun
Sebeptir geceler boyu uykusuzluğun.
Ne gariptir şu aklın dengesi
Gün boyu uyur, geceleri fazla mesai.
Bir de ortak eder kendine kalbini
Sabaha dek yesinler birbirlerini.

Meze olarak ne hazırladın bu akşam?
Biraz anılar, biraz kuruntular.
Mevsim de tam zamanı şimdi
Bir hüzünlü garip sonbahar

Huylu huyundan vaz geçer mi sanıyorsun?
Kalk da biraz neşelen ne duruyorsun!

Her gece nasıl olsa bitiyor
Ardından yeni bir umut doğuyor

Sen kafanı geceden kaldır ki
Gün doğarken güneşe hazır olsun.

Kutup Yıldızı ve Melek

Mucizelere inanır mısınız? Koskoca bir hayatta acaba kaç mucize kapınızı çaldı haberiniz var mı? Peki ya kaçının değerini bildiniz? Bu soruları yanıtlayabilmek için mucizenin ne demek olduğunu bilmek gerekiyor.

Hayatın mucizelerinden, kaderin bize oynadığı, önceden planlayıp yukarıdan seyrettiği bu güzel anlara gelin hep birlikte tanık olalım. Birçok zaman, tam ümitsizliğe kapıldığımız zamanlarda “keşke...” ile başlayan kaç cümle kurduk kim bilir. Kaç kere iç geçirip o “keşke” lerin gerçekleşmesini bekledik şimdiye kadar.

İnanın bana, gerçekten kalpten istediğinizde o “keşke”ler en güzel haliyle çıkıyor karşımıza. Hem de “hep” büyük konuşup, “asla” dediğimiz anlarda. Nedenini hiç düşündünüz mü? Belki de en umutsuz anlarınızdaki gibi size hiçbir kuvvetin yaptıramayacaklarını yaptırdıkları için mucize diyoruz o tatlı sürprizlere. Hem de öyle bir güzel yaptırıyor ki, hayatınız boyunca vazgeçemiyorsunuz. O kadar özel olduğunu bildiğiniz için değerini çok daha iyi anlıyorsunuz.

İşte tam bu noktada, çok özel bir mucizeyi, kutup yıldızı ile meleğin hikâyesini anlatmak istiyorum sizlere.

Melek, her zaman olduğu gibi dünya üzerindeki görevini yapmaya, insanları mutlu edip yardımcı olmak adına yeryüzüne inmiş. Yine birçok insanla ilgilenip küçük mucizeleriyle onlara umut vermiş. Fakat bu sefer farklı bir durum çıkmış ortaya. Son görevinden sonra cennete dönecekken yolunu kaybetmiş. Her yer koyu karanlık, korkutucu ve ürkütücüymüş. Hiç meleğe göre değilmiş buraları. Bir an korkmuş, paniğe kapılmış, belki de ilk defa bu sefer kendi düşmüş çaresizliğe.

İşte tam o sırada bir mucize de meleğin başına gelmiş. Tüm gücüyle yarmış bir ışık gökyüzünden bulutları. O koyu karanlıktan bir yol yaratmış meleğe. Çekip çıkarmış onu karanlık diyarlardan. Aslında ne kadar benziyorlarmış birbirlerine. İkisi de aynı amaç için savaşıyolarmış asırlardır. Birbirlerine bu kadar yakınlarmış ama farketmemişler. Sonra birbirlerini nasıl tamamladıklarını görmüşler. Meleği böylesine etkileyen mucize her zaman parlayan kutup yıldızıymış.

Fakat o gece daha önce hiç parlamadığı kadar parlamış ve meleğe bambaşka bir ışık vermiş. O anda anlamışlar ki, kutup yıldızı olmasa, melek asla bu denli ışık yayamayacak insanlara ve melek olmasa kutup yıldızının ışığı asla bu denli parlayamayacak tüm dünyaya. O günden sonra birbirlerini hiç bırakmamışlar ve sonsuza dek cennetin en güzel köşesinde, mutluluk içinde beraber olmuşlar. İşte gökyüzündeki milyonlarca yıldızın ve hepimizin etrafındaki onlarca iyilik meleğinin doğumu da böyle olmuş.

En umutsuz olduğunuz anlarda bile inancınızı asla kaybetmeyin. Çünkü mucizeler, öyle olduklarını göstermek için hep o anları beklerler.

Formalite Hayatlar

Karanlık gecelere sığınmaksa yaptığın,
Sen kendi kalbine bile kayıtsızsın.
Darmadağın olmuşsa hayatındaki kareler,
Onları zaten hiç toplamamışsın.
Farzet ki güneş var, bıkmadan parlar
Gözlerindeki perdeyi açmazsan neye yarar.

Senin gibilere ne denir biliyor musun?
-"Hayatını formalite yaşıyorsun!"

Dedesinden, “canım arkadaşım” a...


Gideli tam altı yıl oldu buralardan. Zaman nasıl da hızla akıp geçiyor dedem. Sana bu mektubu yazarken Barbaros demeyeceğim. Her zaman olduğu gibi dedem diye sesleneceğim. Belki orada değilim, ama bu aramızda mesafe olduğunu göstermez ki dedem.

Seni en son gördüğümde lise sona geçmiş, önü açık bir delikanlıydın. Şimdi ne kadar büyümüşsün ve her geçen gün ne kadar olgunlaşmışsın. Seninle her zaman gurur duydum, inandım sana dedem.

Dünyaya geldin, tüm ailemizin hayatını değiştirdin bir anda. Sıcak bir Ağustos günüydü. Annen seni o kadar zor doğurduğunda anlamıştım farklı biri olacağını. Daha doğmadan bile, hayatımı yönlendireceğini hissetmişim gibi istifa etmiştim donanmadan. Kim derdi ki o büyük filolara komuta eden albay, bir gün küçük bir çocuğun emrine girecekti. Bak anneannen de yanıımda, o da seni çok öpüyor, nasıl özlediğini anlatamam. Doğduğun zaman doktorları bile dinlememiştin, O’nu yirmi yıl fazla yaşattın. Barbaros ismini aldın. Tabii ki böyle denizci bir dedenin torunu da Barbaros olmalıydı. Her zaman ismine layık oldun dedem.

Daha bebekken bile uğraştırırdın bizi. Erkenden yürüdün, erkenden konuştun, bir daha da hiç susmadın. Allah da hiiç susturmasın. Hepimizin neşesiydin, ama o uıykusuzluğun yok muydu, hepimizi çıldırtırdı. Hele zavallı annen? Gece olup da iki dakika dinlenmeye kalksa “-Uyku bitti hadi konuş!” diye yanında bitiverirdin. Saat sanki gece iki değil de sabahın erken saatleri sanırdı bir duyan.

Yıllar geçti, büyümeye başladın. Her gün seni sahile indirirdim. Doğru dürüst yemek yemezdin, ben de dolaştırma bahanesiyle torbaya meyveleri doldurup birer birer yedirirdim.

Bir Midyeci Kemal vardı. Her gün kara kara gözlükleriyle iskelenin yanında taburesinde oturur, bir tenekeden aldığı midyeleri küçük bıçağıyla ayıklayıp bir diğerine atardı. Ne kadar da çok severdin Midyeci Kemal’i seyretmeyi. O zaman sorduklarında “-Büyüyünce ne olacaksın?” diye, bir “-Midyeci Kemal olacağım” derdin, bir de “Cumhurbaşkanı”. Çok şükür ilkinden vazgeçtin, ikincisinden ise sakın korkma. Bil ki yanında olamasam bile hep seninleyim.

Sahilde yürürken, gelip sana sorarlardı, “-Deden senin neyin?” diye. “-Canım arkadaşım” derdin her zaman. Bazen “-Dedeni götüreceğiz!” derlerdi de, nasıl elimi sımsıkı tutup ağlardın “-Dedemi götürmeyin, bırakmam!” diye. Parka geldiğimizde salıncağa otururdun. Ben sallamazsam sallanmazdın. Yalıların önünde balık tutardık, benden daha meraklıydın.

Seni her gün antrenmana götürüp, “-Oğlum terlisin, hasta olacaksın’” diye peşinden koştururdum. Duydum ki artık tenisi bırakmışsın. Gitmiyormuş ayakların, her yerde anılar var diyormuşsun. Ama oynamayı asla bırakma dedem, raket eline çok yakışıyor çünkü.

Ne ilginç tesadüf değil mi, ben gittikten tam bir yıl sonra aynı gece, aynı saatlerde, lisede diploma töreninde mezunlar adına bir konuşma yapıyordun. Konuşmanı bana adamıştın. Emin ol, oradaki herkes gibi ben de ağlamıştım buralarda. O anda orada olup, sana sarılabilmeyi o kadar çok isterdim ki dedem.

Geriye dönüp baktığımda 6 yıl geçti belki. Ama şunu bil ki, ben seninle hep gurur duydum. Beni hep onurlandırdın, bana ve ismine yakışır bir torun oldun. Sanma ki seni görmüyorum, duymuyorum. Asıl şimdi yukarıdan çok daha iyi görüp koruyabiliyorum. “-Dedeme iyi bakın” diye de meleklere de her zaman tembih ediyorum.

Unutmadan, en sevdiğim şarkı ne biliyor musun? Senin bana adadığın o şarkı,



“Adını yazmışlar gökyüzüne, fırtınalar düşmüş kaderime
Yolumu çizmişsin sen yine,

Emrin olur Dedem! Emrin olur...”

Geminin önünde olmak

Ne yazsam bilmiyorum
Bilmiyorum ne söylesem
Neler döksem satırlara neler karalasam sayfalara
Kalbin derinliklerinde en uç noktalarda,
Bilmiyorum ne fırtınalar kopuyor
Çok uzak bu diyarlara...
İnsanın kendisiyle hesaplaşmasi ne kadar zor değil mi?
Kendinle göz göze gelmek, gözlerinin icine bakmak
Her zaman o kadar kolay olmuyor
Yaptigin bircok sey olsa da
Takdir toplasan da su hayatta
Yine de kendi gozlerine bakmak zor geliyor bazen.
Tum dunyaya soyleyecek birçok sözün var belki de
Belki her soruya bir yanıtın...
Peki ya kendine sorduğun soruların yanıtlarını da aldın mı acaba ezberine?
Büyütüyor bizi yediğimiz kazıklar, yaşadığımız acı anılar
Büyüyoruz yüz yaşına gelsek de
Fırtınalarla dolu uçsuz bir okyanusta yol alirken
Biliyor muyuz acaba gideceğimiz limanlarin yönünü?
Ya o fırtınalardan sonra yine dimdik su üzerine kalmay9?
Biliyoruz :)
Kucuk hasarlar da olsa onariyoruz.
Asla geminin arkasında durmuyoruz
Arkada durup geride kalan limanlara bakmadan,
Ön tarafa geçip ufuğa doğru bakıyoruz
Çünkü geride kalıp sadece geçilen yerleri görüyoruz
Oysa ki nereye gittiğimizi görüp yönümüzü buna göre belirlemeliyiz.
Soracaksınız belki, peki ya sevdiklerimiz?
Geride kaldılar hepsi, onlara bakıyoruz diyeceksiniz.
Onlari bırakıyoruz ya arkada, buna nasıl izin verebiliriz?
:) Merak etmeyin
Gerçekten sevdikleriniz ve sizi gerçekten sevenler,
Arkadaki topraklarda değil sizin tam yanınızda olacaklar.
Bu uzun yolculukta,
Fırtınalarda,
Tecrübelerde,
Her zaman ve her sekilde,
Hep sizinle olacaklar.

Yeter ki onlara sevginizi gösterin,
Yarin cok geç olabilir, hak edenleri kalbinde bir sızıyla arkadaki limanlarda bırakmayın
Onlar yaninizda olmaktan gurur duyacaklar...

...her zaman geminin önünde olun ve fırtınalardan asla korkmayın :)

Bir Bardak Çayın Hikayesi

Hayata dair ne ilginç hikayeler vardır değil mi? Küçük bir kızın elindeki elma şekerinin, bir erkek çocuğunun sımsıkı bağlandığı futbol topunun, anneannemizin elli yıllık radyosunun veya çocukluk arkadaşımızın kırk yıl hatrı olan kahvesinin...

Bir bardak çayın da işte böyle bir hikayesi vardır sevgili dostlarım. Hem de öyle bir hikayedir ki bu, hem içinizi ısıtır, hem de hayata dair çok güzel şeyler anlatır.

En başından başlayalım. Hikayemizde o kadar çok isimsiz kahraman var ki, ilk bakışta fark edilmiyorlar bile. Dışarıdan gelen “-Bir bardak çay işte!” sözlerini duyar gibi oluyorum. “-Bir daha bakın” demek istiyorum bunu söyleyenlere. Çay aslında ne kadar da hayata benziyor, ne çok şey söylüyor da çoğumuz farketmiyoruz belki de. Gelin başrol oyuncularını yakından tanıyalım.

İnce belli bir bardak, çayın demini alması için gerekli bir çaydanlık, onu ısıtan alevler, en uygun en uygun aromayı yakalayabilmek için birçok çeşidi harmanlayan usta eller, tat kazandırmak için bekleyen iki küp şeker, karıştıracak bir kaşık, altında bir çiçek gibi açılmış bardak altlığı, ve çaya hayat veren bir miktar su, hikayemizin oyuncuları. Biraz da cömertlik yapıp hepsine başrolü vermek gerekiyor diye düşünüyorum. Oldukça ilginç değil mi? Meğer ne kadar da çok aktör varmış o “bir bardak çayda!”

Haydi gelin şimdi de bir bardak çayı nasıl anlamlı hale getirmek için uğraşmışlar bir bakalım.

Hikayemiz, birçok değişik çayın damağımızda en anlamlı tadı bırakmak için, usta eller sayesinde bir araya gelmesiyle başlıyor. O eller, birçok değişik özellikleri barındıran çayları karıştırıyor, yoğuruyor ve bizlere hazırlıyor. Tıpkı bir annenin, bir babanın çocuğunu hayata en güzel şekilde kendi elleriyle hazırlaması gibi.

Sonrasında bir demlik çıkıyor karşımıza. O eller, yarattıkları lezzeti artık demliğe teslim etme vakti geldiğini anlıyor. En büyük arzuları, sonuna gelip de demlendiğini görünce tadına baktığında keyifle yarattığı lezzete bakmak olacak belli ki. Ailelerimiz de bizi hayata teslim ederken bunu beklemezler mi?

Çayımız demlikte ateşin de yardımıyla kaynayacakken devreye en önemli unsur giriyor. Onun içilebilecek kıvama gelmesini sağlayacak, hayat verecek olan bir miktar su. Bir kez daha görüyoruz ki, su gerçekten bir yaşam kaynağı. Canlılar için ne kadar önemli bir hayat kaynağı ise, bir bardak çay için de öyle.

Uygun koşullar sağlandı, zaman da akıp geçti. Çayımız demlendi, olgunlaştı ve artık içilecek kıvama geldi. Bu arada bizler de büyüdük, okullar bitirdik ve hayata hazır hale geldik sevgili dostlarım. Şimdi ise hem bizim hem de bir bardak çayın takdim edilme vakti geldi.

Sıra geldi ince belli bardağımızı, iyi demli çayımızla tanıştırmaya. Bu kadar güzel bir çay, ancak en uygun bardakta hakkını verebilirdi. Tıpkı iyi bir eğitimden sonra, ona layık bir iş hayatı gibi. Tanışma faslı çok güzel geçti. Hiçbir zorluk çekmeden daha ilk anda birbirlerine adapte oldular bile.

Peki ya her şey bitti mi? Hayır bitmedi. Eğer zaten “-Her şey güzel, bu halde de beğenirler” diye düşünürseniz, çok yanılırsınız. Birçok okul bitirmiş, iyi bir işe başlamış olabilirsiniz. Fakat kendinizi geliştirmezseniz, bir zaman sonra vazgeçilmeniz ne yazık ki kaçınılmaz olacaktır. İşte bu yüzden çayı tatlandırırız. Sadece iki küp şeker nasıl da değiştiriverir o tadını, nasıl da anlamını büyütür o kadar emeğin. Bunu yaparken de kendilerini hiç sayar, feda ederler. Eriyip kaybolur, ama görevlerini yerine getirmenin gururunu yaşarlar. Artık onlar her yudumun içindeki renklerdir.

Ya şimdi? Hala eksik birşeyler var. O şekerleri karıştırmazsanız dibe çöker, tadını kimseye göstermezler. Eğer onlar kendilerini feda ediyorlarsa, vefasızlık yapmayıp bir çay kaşığıyla karıştırmanız ve hayatınıza tat verdikleri için teşekkür etmeniz gerekmektedir.

İşte şimdi, en sonunda, en güzel hali ile, çiçek gibi açılmış bardak altlığıyla, onu bu hale getiren ellere ve tüm dünyaya sunma vakti gelmiştir, çayı ve bizleri sevgili dostlarım.

En başında da söylediğim gibi hikayemizde birçok aktör var ve hepsi de başroldeler. Bir hikayede bu kadar çok başrol oyuncusu aynı anda olur mu diye soracaksınız belki. Peki hiç düşündünüz mü acaba, bu kadar “tek adam olma” merakı olmasaydı daha fazla aktörün değeri ortaya çıkmaz mıydı?

Çaya hayat veren unsurlar için olduğu kadar, hayat da bir takım oyunundan ibarettir. Çayın br hikayeye konu olmasında nasıl bu unsurların payı büyükse, hayatın ve bizlerin de anlamlı hale gelmemizde diğer unsurların ne kadar önemli payları olduğunu ve her birinin başrol oynayacak kadar vefayı hak ettiklerini unutmamak gerekir.